Çiftçi zararda, bankalar kârda, memleket darda
Çiftçinin hali her geçen gün kötüye giderken dar gelirli halk fakirleşirken büyük holdinglerin, bankaların kârlarını katladıklarına hep beraber şahit olduk. 2023 senesinde bankalar 506,8 milyar TL kâr elde ederken çiftçilerin bankalara borcu 800 milyar TL’ye ulaştı. Çiftçinin emeğini faize, rantçıya, borsa vurguncularına yedirdik, biz pazarda filelerimizi dolduramadık. Bu böyle gitmez diyorduk, gitmedi, sistem duvara tosladı.
Ama sistemin sonuna gelmedik, uzatmaları oynuyoruz. Mehmet Şimşek’in tarım zararlısı neoliberal ekonomi politikalarına karşı Tarım Bakanlığı tarımı zorlukla ayakta tutmaya çalışıyor. Bana göre Tarım Bakanlığı’nın önündeki en büyük engel, iş bilmez bürokratlarda, sahada çalışmayan memurlarda, çıkarcı lobilerde, rantçılarda değil.
Bunlar Devletçiliğin, Halkçılığın olduğu bir ülkede sorun olamazlar. Tarım Bakanlığı’nın tarımsal üretimin sorunlarını çözmede aşması gereken en büyük sorun, ülkeye Sayın Şimşek tarafından dayatılan bu ekonomik sistemdir. Bunun örneğini geçen aylarda Şimşek’in hakkı yenen üreticilerin değil çiftçinin emeğine göz diken sanayicilerin yanında yer aldığı toplantıda görmüştük.
Yapılan anlaşmaları hiçe sayarak süt fiyatlarını aşağıya çekmeye çalışan, süt üreticilerinin 3 kuruşluk kârlarını da ellerinden almaya yeltenen sanayicilere, Şimşek destek vermişti. Tarımın sadece kamucu politikaların uygulandığı ülkelerde gelişebildiği gerçeğini göz önüne alırsak bu sistemde Tarım Bakanlığı’nın atacağı adımlar, pansuman önlemler, günü kurtaran adımlar, popülist girişimler olmaktan öteye geçmez. Bankaların kâr oranlarında rekora koştuğu bir ülkede emekçinin zarar etmesi kaçınılmazdır.
Çiftçiler, emekçiler, üretenler bu ülkenin gerçek geleceğidir, bankalar değil. Ülkenin geleceğini faize yediremeyiz.
ÜRETİCİNİN YANINDA TÜKETİCİ DE TÜKENİYOR
Son dönemde gıdada taklit ve tağşiş vakaları ne kadar arttı farkında mısınız? Ülkedeki ahlaki, kültürel, toplumsal bozulmaya gıda sektörü de eşlik ediyor. Bu ahlaksızlıkları yapanların, bu toplumsal yapıdan çıktığı göz önünde tutulduğunda aksi düşünülemezdi zaten. Her şey aynı hızla kirleniyor. Bir bakıyoruz ulusal bir zincir markette satılan bal sahte çıkıyor.
Ulusal Kanal’da Üreten Türkiye programında arıcılarla yaptığımız söyleşilerde uzmanların söylediği “arı görmemiş bal” karşımıza çıktı işte, hem de fabrikasyon üretimle tonlarcası. En acısı da bu sahte gıda ürünlerin üretiminde üniversitelerde öğretim üyeliği yapan kişilerin de olması. Alın size bir yozlaşma daha, bilimin yozlaşması…
Ankara’daki bu fabrikaya yapılan bu baskından önce kim bilir bu sahte balı kaç kişi tüketti, kimlerde ne gibi sağlık sorunlarına yok açtı ve belki de kaç kişiyi bu hayattan kopardı. Peki, bu konuda sahte balı mağazalarında satan zincir marketlerin hiç mi suçu yok? Bence bal gibi sorumlulukları var. Mağazanın satın almadan sorumlu çalışanları neden bu balın bu kadar ucuz olduğu konusunu merak etmedi?
Neden binlerce mağazada milyonlarca insana satılacak olan balın üretim yerini görüp onay vermedi? Bu mağaza görevlileri evlerine bu balı alıp çoluğuna çocuğuna yedirdi mi? Tarım Bakanlığı’nın sorumsuzluğunu burada konuşmak bile istemiyorum. Bakanlığın taklit ve tağşiş meselesinde suçu boyunu çoktan aştı. Arıcıların “sahte bal bizi bitirecek!” diye yıllardır devam eden feryatlarını ne yazık ki duymadılar, duymak istemediler.
Yine et ürünlerinde yapılan hileler basına yansıdı bunlara hep beraber tanık oluyoruz. Köftede domuz eti, sucukta at veya eşek eti, Adana kebapta kanatlı eti kullanıldığını öğreniyoruz. Bu et ve et ürünlerine ulaşmakta zaten zorlanan halk, haklı olarak daha çok isyan ediyor. “Yediğimiz 10 gram et ona da hile katmışlar” diyor.
Dikkat ediyor musunuz üretici tükenirken biz halk olarak tüketiciler de zarar görüyoruz. Cepte para kalmazken sağlığımızı da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Yani işin kısası bu ekonomik sistem bizi daha da dibe sürüklüyor.
Gençlerimiz uyuşturucunun esaretinde hunharca cinayet işleyip kendi canlarına kıyıyor, küçük bebeklere tecavüz edilip öldürülüyor, üreticinin, emekçinin cebindeki kuruşunu büyük holdingler ve bankalar çalıyor, halkın eti, balı, suyu zehirleniyor, her şeyden önemlisi toplumun ahlaki değerleri yozlaştırılıyor.
Dedik ya tarımı bu neoliberal ekonomi politikaları bu hale getiriyor diye, işte her alanda gördüğümüz bu yozlaşmanın sebebi de bu politikalardır. Bu politikaları terk edersek ekonomiyi düzeltiriz ama bıraktığı ahlaki çöküntünün izlerini zor temizleriz.
İTHALATA DEVAM
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO)’nin Ekim 15 tarihinden itibaren buğday ithalatını serbest bırakacağı konuşuluyor. “Türkiye Un Sanayicileri Federasyonu'nun değirmencilere gönderdiği mektuba göre, 15 Ekim'den sonra piyasa kota sistemiyle sadece kısmen açılacak. Federasyonun söz konusu talimatı kamu yetkililerinden aldığı belirtiliyor. *”
Buna göre sanayici kullandığı buğdayın %85’ini TMO’dan alırken ancak %15’ini ithal edebilecek. Türkiye, dünyanın en büyük hububat üreticisi olabilecekken nedense en büyük buğday alıcılarından biri konumunda. İthalatla maliyetlerini düşürmeye çalışan sanayicinin önü açılırken çiftçimize büyük darbe vurulmaktadır.
Sulu tarıma geçerek buğday verimimizi 3’e 4’e katlamak varken hâlâ ithalata başvurmak tek kelimeye yerli üretimimizi baltalamak anlamına gelir. Her zaman söylediğimiz gibi bir daha söylemekte fayda var; suya kavuşmuş, örgütlü bir çiftçi, üreticilerin Milli Hükümetinde kamucu politikalarla dünyayı besler.
*