Coppola’nın büyük günahı: ‘Megalopolis’
Şafi inanışına göre 13 tonluk durağan su kütlesi asla kirlenmez, hep temiz kalır. İçinde her şeyi yapabilir, her türlü kiri pası süprüntüyü atabilir, sonra da kalın bir tabaka oluşturan pislikleri elinizle bir kenara sıyırıp rahatça aptes alabilir ya da suyu içebilirsiniz. Şeriat, Turan Dursun’un enfes romanı “Kulleteyn”e de adını veren bu havuzun tertemiz olduğuna inanmanızı emretmektedir çünkü.
Sinemanın yaşayan efsanelerinden Francis Ford Coppola’nın cebinden 100 milyon dolar koyarak tamamladığı (toplam bütçe 120 milyon dolar) son çalışması “Megalopolis: Bir Masal” da 138 dakikalık süresiyle 13 ton ağırlığındaymış hissi veren, içinde her türlü süprüntünün bulunduğu ve bazı eleştirmenlerin “tertemiz” olduğuna inanmamızı istediği bir film.
“Baba-Godfather” üçlemesinden “Kıyamet”e, “Siyam Balığı”ndan “Drakula”ya “Sokaktakiler”den “Taş Mezarlar”a kadar sinema tarihinde derin izler bırakan filmlere imza atmış olan Coppola üstat, 40 yıldır kafa yorduğu “Megalopolis”te deyim yerindeyse fena çuvallamış ve benzetmek gerekirse karşımıza bir tür “Post-modern Kulleteyn” çıkarmış durumda.
Heyecan verici, tekrar tekrar seyredilebilecek, sinemanın klasikleri arasında yer almış onca unutulmaz filmden sonra bu denli görkemsiz bir karmaşaya imza atmak, 85 yaşındaki Coppola’nın seyirciye ve eleştirmenlere, belki de aynanın karşısına geçip bizzat kendisine nanik yapması gibi bir şey olmuş açıkçası.
YENİDEN BÜYÜK AMERİKA MASALI
Coppola’nın kariyerinde ilk kez bilimkurgu sularında yüzmeye çalıştığı, daha doğrusu 13 ton kirli suyun içinde umutsuzca çırpındığı “Megalopolis”te olaylar Yeni Roma’da geçiyor ve karakter adları da eski Roma döneminden geliyor: Cesar Catilina, Cicero, Clodio, Crassus vb.
Bir yıkımın ardından New York’u yeniden inşa ederek ütopyasını gerçekleştirmeye çalışan çılgın bir mimar ile belediye başkanı arasındaki ilişkilere-mücadeleye odaklanan film, belediye başkanının kızının da mimarla işbirliğine gitmesiyle dallanıp budaklanan bir hal alıyor.
Ortada bir de hiçbir yere bağlanmamış biçimde, mimarın cinayetle yargılandığı kayıp eş vakası ve daha bir sürü şey var.
Roma’nın düşüşü ile ABD’nin olası düşüşü ve olası yeniden yükselişi arasında tematik paralellikler sergilemeye çalışan “Megalopolis”, seyircinin hiçbir şey anlamayacağı tarihsel göndermelerle gittikçe bulanıklaşıyor ve tamamen simgelerden ibaret bir yapıya kavuşuyor.
Hollywood’un Demokrat kanadına yakınlığıyla bilinen, kimi eleştirileri olsa da ABD’ye inancını hiçbir zaman yitirmeyen Coppola, ilginç ama Trump’ın “Make America Great Again” sloganını tekrarlayarak, küllerinden yeniden doğacak “Büyük Amerika” masalı anlatıyor.
Bu masalda, Roma stili saç kesimleri ve kıyafetler, görkemli ve şık mekânlar, “Ben Hur” çağrışımlı atlı araba yarışları, hayatını anti-komünizme adamış Ayn Rand’ın minarşizminden serpintiler, zamanı durdurma numaraları, şehvet düşkünlükleri, sevişme görüntüleri ortalığa saçılan “şehir bakireleri”, oklarla vurulan adamlar, uzayda gezinen bir Sovyet uydusu vs.vs. ne ararsanız var…
YILDIZLARLA DONATILMIŞ SIKICILIK
Fakat filme asıl damga vuran özellik, sıkıcı olması. Coppola, yedinci sanat adına en büyük günahı işleyerek, baştan sona sıkıcı olmaktan kurtulamayan bir film çıkartıyor karşımıza.
Filmi finanse etmek için üzüm bağlarını bile satmak zorunda kalan usta yönetmenin, Adam Driver’dan Jon Voight’a, Dustin Hoffman’dan Giancarlo Esposito’ya, Nathalie Emmanuel’den Shia LaBeouf’a kadar parlak yıldızlarla donattığı “Megalopolis”te bu denli cümbüş yaratıp bu denli ittir kaktıra rağmen “gidemeyen” bir film yapabileceğine inanmak, gerçekten güç.
Kısacası, Francis Ford Coppola adına üzücü, sinema sanatı adına saç baş yoldurtan bir film “Megalopolis”. Sinemanın şeriatı da kurtaramaz durumu!