Cumhuriyeti kuran irade ‘Sünni’ miydi?
Felsefe dünyasından değerlendirecek olursak; bir insan anne ve babasını, nerede doğacağını, kendisine hangi ismin konulacağını ve nasıl bir dil konuşacağını önceden seçme şansına sahip değildir. Çünkü insan evvela “dünyaya” gelir; ‘özgür’ bir varlıktır ve başlangıçta dünyalıdır. Sonra kendi varlığından önce süregelen toplumsal sorunların içerisine doğar ve değerler sistemi dışardan kendisine bir ‘kimlik’ giydirir. Ancak bunların haricinde bir de ‘inanç’ meselesi vardır. İster katılalım ya da katılmayalım, fakat bilimin dışına çıkarak inanç kavramını şöyle özetleyebiliriz: Canlının gelişimiyle birlikte neye, nasıl ve ne için inandığına insan hiyerarşisi karar veremez, bunu ancak metafizik varlığın gücü belirler. Çünkü “inanç” ölçülemediği gibi beş duyunun dışındadır. En ilginç özelliği ise; inancın insanın içerisinde diğeri görmesin diye, saklı olmasıdır. Tanrı haricinde insan tarafından görünseydi inanç olmazdı. İnanç insanın içinde bir sır gibi saklı kaldığı sürece, metafizikle spiritüel bağ kurabilir. İnancın yerini insan tarafından insana dayatılan “din” alırsa, sanal alemle kurulan spiritüel bağ kopar ve bir daha iletişim sağlanamaz. Çünkü din, şekilciliği ve fiziki eylemi esas aldığı için dünyevidir ve ancak başka insana kanıtlanabilir. İnanç ise sanaldır, gizlidir, başka insana kanıtlanamaz ve metafiziktir.
Sosyolojik pencereden bakıldığında; insanlar her zaman yaptıklarıyla, başarılarıyla ve başarısızlıklarıyla anılır. Dolaysıyla hangi kökenden geldiği değil, nereye koştuğu ve neyi hedeflediği önemlidir. Nerede yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Hangi dili konuştuğu değil, ne konuştuğu daha anlamlıdır. Farkını dış görünümüyle değil, yetenekleriyle ortaya koyması esastır. Hangi kimlik zıhlısına gizlendiği değil, neye hizmet ettiği onun gerçek karakterini ve şeffaflığını ortaya koyar. Buraya kadar paylaştığımız değerlendirmeyi temel alarak, üzerine gündemimizi inşa etmeye çalışalım.
Son günlerde ABD merkezlerinde ve Türkiye’deki ‘muhalif’ çevrelerde ortak bir panik havası mevcut. Muhalefet cumhurbaşkanı adayı ‘Alevi’ olmasın yoksa kazanma şansı yoktur kaygısını, yüksek sesle söylemeye başladı. Ama Alevi oylarının ‘Alevi olmayan’ adaya kanalize edilmesi ‘normal’ karşılanıyor. Alevilerin önemli kesimi kutuplaşmaya karşı uzlaşmaya, ayrımcılığa karşı birleşmeye, gericiliğe karşı laikliğe oy vereceklerini herkes biliyor. Maalesef Alevi olmayan ‘çoğunluk’ İslam ve Anadolu tarihini okumamakta ısrarlı olduğu gibi, Alevilik konusunu da okumamada ısrar ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi hariç, günümüze kadar her başbakanın, genelkurmay başkanının ve cumhurbaşkanının Alevi olmadığı, tesadüf değil bir gerçektir. Ancak arkada kalan tarihle önümüzdeki geleceğin aynı olacağı, ilelebet sürecek bir doğa kanunu değildir. Alevilik halen etnik bakımdan Türk olanların içerisinde çoğunluktadır. Türklerin olmadığı yerde, Alevilik azınlıktadır. 16. yüzyıla kadar Anadolu halklarının neredeyse tamamına yakını Alevi’ydi. Sünnilik, Aleviliğin karşıtı olarak doğmadı, ancak Arap halklarının İslamiyeti yorumlama biçimidir. Şiilik ise Farisi halkların İslamiyeti yorumlama biçimidir. Alevilik de Türklerin İslamiyeti yorumlama biçimidir. Aleviliğin karşıtı Sünnilik değildir, Emeviliktir. Çünkü biri gönül yoluyla yayılmıştır, göçebedir, hareket halindedir ve ibadetleride Semah’ta temsil edildiği gibi, bütün evrenin yansımasıdır. Diğeri ise kılıç zoruyla yayılmıştır, yerleşik düzene geçmiştir, durağandır ve doğayla hareket edenin önünü kesmeye çalışmıştır. Alevilik Anadoluyu kültür bakımından Türkleştirmiştir. Emevilik ise Araplaştırmayı ve imparatorluk dinini hedeflemiştir. Orta Çağ’daki ‘Türk ve Arap’ kavramları, daha sonra Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimiyle birlikte ortaya çıkan ‘milliyetçilikle’ ve ırkçı milliyetçilikle asla karıştırılmamalı.
Osmanlının ilerleyen döneminde Türkçe ‘yasal’ değildi, sarayın Türklere bakışı itham ve aşağılamaya yönelikti ‘Etrak-ı bi idrak, na pak’ veya ‘Merzifon’un eşeği’ gibi sıfatlar takılırdı. Türkçenin özgürlüğü Cumhuriyet Devrimi’yle birlikte gerçekleşti. Türklerin İslamiyet’ten önceki inanç ve kültür izlerini keşfetmek istiyorsanız, Aleviliğe bakmak yeterlidir. Osmanlı dönemi Alevi isyanları tarihiyle doludur. Cumhuriyet dönemi ise 34’e yakın küçük çaplı, orta ve büyük şeriatçı isyanlarla doludur. Cumhuriyet idaresi toplum içerisinde şeriata yönelişleri engellemek için, Diyanet İşleri Başkanlığını bu görevle kurmuştur. Ancak görevin yakın tarihimize kadar yerine getirilemediğinden, FETÖ gibi yapılar sisteme yerleştirildi. Aleviler Cumhuriyetin karşısında değil yanında olmuşlardır, dolayısıyla Diyanet ‘Alevilere karşı’ kurulmadı. Mustafa Kemal Atatürk Anadolu’nun kültür birikiminden beslenerek, bu kaynağı bilimle harmanlaştırdı. Büyük bilge Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır’ özlü sözün Mustafa Kemal’deki karşılığı, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ şeklini almıştır. Şüphesiz bu birikimin geçmişi ve felsefi kaynağı da vardır. Anadolu, Trakya ve Balkanlardaki gizli haberleşmelerde ve toplantılarda yol arkadaşları, Mustafa Kemal’e “Tasavvufi şifrelerle” hitap ederler. Nutuk’da da ‘Binbaşı Kerim Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya Kutbul Aktab ve gönül mürşidi’ dediği yer alır. ‘Kutbul Aktab’ Insan-ı Kamil anlamına da gelir. Yine gençlik yıllarında Bektaşi tekkesine gitmesi, gönül bağının izlerini gösteriyor. Anadolu’da Bektaşi piri Cemalettin Çelebi’yle görüşmesinde, Cumhuriyet ilkeleriyle Batinilik felsefesinin örtüştüğünü daha sonra tarihçilerden öğreneceğiz. Bir yazar ağabeyimiz araştırmalarında ilginç bir sözlü bilgiye ulaşmıştı. Mustafa Kemal Paşa ve Dersim Mebusu Hasan Hayri Kanko arasında geçen bir sohbette göre, Hilafet kaldırılmadan önce ‘sen kürsüye çık devletin resmi dini Bektaşilik olsun önerisinde bulun’ iddiası, bugüne kadar merak konusu oldu. Bu konuda günümüze ışık tutacak daha çok örnek verebiliriz. Kısa süre önce Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk yaşandı. Cumhurbaşkanının öncülüğünde yeni Cemevleri açıldı. Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kuruldu. Alevilerin çoğunluğu bu önemli gelişmeyi dikkate alıyor, çünkü yasal güvenceye bir adım daha yaklaşıldı. Diğer yandan Sayın Cumhurbaşkanı 2018 yılında ‘İslamın güncellenmesinden’ söz etmişti, ancak bazı tarikatlar bu açıklamaya karşı çıkmıştı. Yani Türkiye’de artık bazı ‘dokunulmaz geleneklerin’ çağa yanıt vermediğini sistem kendi içerisinde kabul ediyor.
Günümüzde cumhurbaşkanı adayının neden ‘Sünni’ olma ısrarının sürdüren ABD kaynaklarına ve muhalefete, Cumhuriyetin kurucularına bakmalarını önermek lazım.
Başta Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa, Namık Kemal, Mithat Paşa ve birçok İttihat Terakki ve Cumhuriyet kadroları klasik ‘Sünni’ geleneğinden uzak, ancak Alevi Bektaşi felsefesine daha yakın olduklarını tarih inkar edemez. Dolaysıyla 1923’de Cumhuriyeti kuran kadrolar ‘Sünni’ değildi. Yüzyıl aradan sonra cumhurbaşkanı adayı 2023’de Alevi’de olabilir veya göremediğimiz ve bağrında saklı bir inanca da sahip olabilir. Nihayet özgür iradesiyle inançsız ve dinsiz de olabilir, sonuçta bu özellikler görevini engellemez.