Dedikodu Tarihçiliği-(TAMAMI)

Türkiye’de “Dedikodu Tarihçiliği” diye bir tarih yazıcılığı türü var. Nereden bilip nereden mi çıkartıyorum? “Yazınsal Söylem Üzerine” adlı ciddi bir kitap yazmış olduğuma göre bilmem gerek! Geçen yüzyılın en büyük düşünürlerinin başında gelen Mikhail Bakhtin’e göre “Söylem” toplumsal bir olgudur. “Toplumsal öbeklerin, kuşakların, dönemlerin özel bir bilgi ya da iletişim alanında kullandıkları özel dile söylem” denir. Siyasetçilerin kullandığı “söylem” ile aralarında hiçbir ilişki yoktur. Onlar söylemi “söz” yerine kullanıyorlar ki yanlıştır. Dilbilimcilerin kullandığı “söylem”in uluslararası karşılığı “discours”dur.

Hukukçular “hukuk söylemi”, tarihçiler “tarih söylemi”, edebiyatçılar ve yazarlar “yazınsal söylem” içinde konuşurlar ve yazarlar. Bir avukat mahkemede savunmasını hukuk dilinde (söyleminde) değil de sokak dilinde yaparsa müvekkili hapı yuttu demektir. Demek ki söylem yerine bazen dil sözcüğünü de kullanabiliriz.

Dedikodu söylemi

Tarihin özel yöntemini, özel söylemini bir yana bırakıp mahalle karılarının dedikodu söylemini kullanan tarihçilerin yaptıklarına da “dedikodu tarihçiliği” denir. Bu tarihçiliğin bir örneğini 14 Haziran 2012 günü yayınlanan “Ayasofya aslına rücû etmeli” başlıklı yazımda sergilemiştim.

Tarihçilerin “Kutbu” Halil İnalcık hocanın, “Tarihçilerin Kutbu” adlı kitabın 179.sayfasında Ayasofya ilgili olarak “Ayasofya bugün ayakta ise, Osmanlıların bu bakımı sayesindedir” dediğini okuyunca, “Destur ya İnalcık Hoca!” diye isyan etmiştim.

Öyle ya, İnalcık Hoca, tarihte dedikodu söylemini kullanmasa, birileri çıkıp, Ayasofya binasının yeniden cami yapılmasını savunurken onun bu cümlesini nasıl kanıt gösterirdi?

Sözlerinde tarih söylemini kullansa tarihçilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan ben, koskoca tarih profesörüne nasıl “Destur!” diyebilirdim? Mete Tunçay ile nasıl dalga geçerdim?

Dedikodu tarihçiliği, tarihin mahalle kahvelerinde konuşulan halidir!

Dedikodu Tarihçiliğinin üstatları

Elbette bu tarihçiliğin de ülkemizde Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Cemil Koçak gibi üstatları ve Ayşe Hür gibi yamakları vardır. Ama Prof. Dr. İlber Ortaylı kardeşimiz kesinlikle bir dedikodu tarihçisi değildir. O, bir tarih sohbetçisidir. O da, büyük bir olasılıkla, Mete Tunçay ile Cemil Koçak’ın tam anlamıyla bir dedikodu tarihçisi olduklarını söyleyecektir.

Bu türden tarihçilerin ve dedikodu bilimcilerin bir de, voleybol söylemi içinde söylersek, Neşe Tüzel türünden bir “pasörleri” vardır. Neşe Tezel top kaldırır, dedikodu tarihçileri “smaç” vururlar, bizim kuşağın diliyle söylersek “küt” inerler. Eski milli voleybolcularımızdan Erdoğan Teziç, smaç vurmaz, küt inerdi. Örneğin Pasör Neşe Tüzel, Smaçör (kütiner) Mete Tunçay ile, 1 Mart 2010 tarihli Taraf gazetesinde yayınlanan bir söyleşi yapmış ve aynı gün Risale Haber adlı bir site konuşmanın üzerine balıklama atlamış. Çünkü Mete Tunçay “Harf Devrimi dinle bağı kırmak için yapıldı” demiş. Der, çünkü Cumhuriyet devrimlerin hiçbiri halka sorularak yapılmadı” da demiştir, ki yakışır ve yaraşır. Bütün karşı devrimcilere ve İ”kinci” cumhuriyetçilere yakışıp yaraştığı gibi.

Mete Tunçay bey biraderimize inanacak olsak karşımıza şöyle bir manzara çıkar: Harf Devrimi’nin yapıldığı tarihte (1 Kasım 1928) sanki Türkiye’de onlarca üniversite var, halkın %99’u okuma yazma ve Arapça biliyor, hepsi sanki El Ehzer mezunu. Din düşmanı Cumhuriyet ne yapacak? Alfabeyi değiştirecek ki Müslümanlar kitapsız kalsın! Mete Tunçay’ın haklı olması için durumun vaziyetinin böyle olması gerekir. Oysa durum çok başka: 1923 yılında okur-yazar oranı %2.5. Yüzde iki buçuk! Kadınların okuma-yazma oranı ise binde bire yakın!

Tanık gene Karabekir Paşa

Şimdi bu söyleşiden bir bölüm aktaracağım:

[NEŞE TÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.]

Mete Tuncay düpedüz dedikodu yapıyor. Dahası yalan söylüyor. Gerçeği öğrenmek isteyenler, Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi.1.Kâzım Karabekir” (Temel Yayınları) adlı kitabının “Milli Mücadeleyi Kim Başlattı?” (S.57) bölümünü ve devamını okusun. Yazar, başta Karabekir Paşa’nın kitapları olmak üzere onlarca kaynak gösteriyor.

NOTA BENE: Prof. Dr. Cemil Koçak’a göre: “31 Mart olayı, bir ordu içi iktidar kavgasıdır. 1908’de ordunun İttihatçı kanadı iktidarı ele geçiriyor. Ordu içinde İttihatçı olmayan grup buna tepki gösteriyor. Bunun üzerine toplanan Hareket Ordusu gelip, kendi ordusunu vurmak zorunda kalıyor. Kısacası 31 Mart olayı, 1908’de iktidara gelen İttihatçı cuntaya karşı ordunun kendi içinden bir reaksiyondur.” (Kaynak: İnternet)

Dedikonu tarihçisi Cemil Koçak’a göre, 31 Mart’ta irtica ayaklanması falan yoktur ve palavradır! Laz’ın dediği gibi “Bu da bir fiçür!”