Demokrasi nedir?

Demokrasi toplumun en küçük birimi olan aile içinde başlar, sosyalleşmenin ilk basamağını oluşturan okulda uygulamalı olarak öğretilir. Giderek siyasî partilere sirayet eder ve nihayet devlet yönetiminde birbirini denetleyen kurumların hakkaniyet ölçütü olarak varlığını hissettirir.
Demokrasi insanların öznel tutumlarından, iyi niyetlerinden kaynaklanan, insanlar onun varlığını istedikleri için gerçekleşen bir şey değildir. Toplumun farklı sınıflarının kendi içlerinde ve birbirlerine karşı verdikleri mücadeleler içinde oluşan ve zamanla yerleşen normları temel alarak yükselir. Bu normların varlığını sürdürebilmesi kapitalist toplumlarda belirli bir refah seviyesini de gerektirir. Toplumu oluşturan sınıfların ve bütün çıkar gruplarının genel bir siyasî ve iktisadi dengeyi gözeterek örgütlü olmaları demokrasinin esas güvencesidir.
Demokrasinin olduğu bir toplumda cumhurbaşkanı işverenlere “Olağanüstü hal sayesinde grev olmuyor, daha ne istersiniz” mealinde konuşamaz. İşverenlerin sözcüsü iş uyuşmazlıklarında dava şartı olan zamanaşımı süresinin kısaltılmasını kameraların önünde devlet başkanından rica etmeye utanır.
Aile reisinin karısını ve çocuklarını yumrukla ezdiği, öğretmenlerin imamlardan seçilerek öğrencilerin kafasını hurafeyle doldurduğu, parti genel başkanının sürekli değişen sloganlarını eleştirdiği için sıradan üyenin aşağılandığı ya da partiye çaycı olarak giren adamın emlâk zengini olduğu, toplumun büyük bir kısmının suyun yüzeyinde görülen legal partiyi desteklerken kendi iç disiplini olan kapalı cemaat ve tarikatlarda örgütlendiği, 16.8 milyon işçinin sadece 1 milyonunun sendikalı olduğu ve sendikası tarafından söğüşlendiği, kitap okuma oranının yüzde 0.1 olduğu, basın özgürlüğünün olmadığı, adalet kurumlarının şüphe uyandırdığı bir ülkede belediye seçimlerinin, hatta genel seçimlerin bile demokrasiyle fazla alakası yoktur.
Böyle ülkelerin kaybedebilecekleri bir bağımsızlıkları da yoktur. Bu kadar gevşek, normsuz, örgütsüz, pederşahi bir toplumun bütün kritik noktaları her türlü müstevlinin siyasi emeline açıktır ve her türlü yönlendirmeye müsaittir. Düşünme kabiliyetini kaybeden, televizyon dizileriyle aptallaştırılan, sahte haberlerle zihni kalıplara dökülen, futbol takımı tutar gibi parti tutan, maç izler gibi siyasî atışmalardan keyiflenen, Karagöz-Hacivat oyunlarını siyaset sanan, özgün kültürel değerlerini kaybetmenin yanı sıra evrensel kültüre de yabancılaşmış, “Bu kitabı okumanın sana getirisi nedir?” gibi sorular sorabilen, üstelik ekonomik kriz karşısında “şahane hayat yanılsaması” paramparça olunca ne yapacağını şaşıran ve gelecek korkusu duymaya başlayan, mevcut iktidar giderse her şeyin çok güzel olacağını zanneden insanların, önlerine konulan, herkesin yontarak şekil verebileceği bir pinokyoyu “Büyük Kurtarıcı” olarak görmelerinden daha doğal ne olabilir?
Doğal olmayan, siyasî toplumun son yirmi yıl içinde evreler hâlinde ülkenin üzerine yerleştirilen ve vidaları sürekli sıkılan kapağı, parlamenter sistemi yok ederek bütün kaynakları ve yetkileri tek bir kişinin elinde toplayan rejimi meşru kabul etmesi; bütün siyasî parti ve hareketlerin yere tebeşirle çizilen bir çember içinde faaliyet göstermeye razı olması; demokrasi ve laiklik isteyerek iki kez sokaklara dökülen halkın tepkisini görmezden gelerek hep aynı tekerlemelerle ve kimsenin umursamadığı alengirli iktidar formülasyonlarıyla oyalanmasıdır. Siyasî toplum belleğiyle birlikte vicdanını da kaybetmektedir.
Demokrasiyi kazanmak, gerçekleri dile getirmekle, topluca itiraz etmekle başlar. İdeolojik hegemonya alanı içinde kendine yer açma çabasıyla siyasî iktidarın ritüellerini taklit ederek, aynı sistemin içinde sürekli seçim yaparak bir yere varılamaz. İnsanlar ayaklarıyla oy vermeyi öğrenmedikçe, aşağıdan mücadeleyle kazanılan hakları yukarıdan verilen ve görülen lüzum üzerine geri alınan haklara tercih etmedikçe hiçbir şey değişmez. İşte biz bu yüzden devrim istiyoruz, fantezi olsun diye ya da kargaşaya meraklı olduğumuz için değil.