Deneyimden düşlere sözün gücü!

“Ey oğul eğer şair olup şiir ayıtmaya kasdetsen, cehdet ki şiirde sözün murabba ola yani ruşen ola, açık ola. Ve sakın ki gamız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin. Meselâ bir şiirde bir sözün ki mânası şerhin, sen bilesin ve ayruk kişi bilmeye, anın bigi sözü söyleme. Zira şiiri halk içün aydurlar; kendi kendiler içün ayıtmazlar. Pes şiirin mânası açık gerektir ki ruşenliği sebebinden ötürü kim gerekse rağbet ede.”

KEYKAVUS (1082)

XI. Yüzyılın büyük şairi Keykavus, baş yapıtı Kabusname’sinde şairlere öğütler veriyor. Şairin şiiri kendisi için değil, halk için yazması gerektiğini, bu nedenle de açık ve duru olmasını öğütlüyor ve diyor ki: “Şiirin anlamı açık gerektir ki, aydınlığı sebebinden dolayı kim gerekse ilgi göstere.” Şiir dilinin parlaklığının, derinliğinin, açıklığının önemini dile getirerek, şiirin imgesel temellerini ortaya koyuyor.

>  İnsanların sayısız kez önünden gelip geçtiği bir heykelin (yontunun) toplumsal yaşamdaki işlevi nedir? Kuşku yok ki bu sanat nesnesi, düş gücünün ortaya koyduğu sanatsal bir eylemdir. Süreklilik taşıyan bu sanatsal eylem, topluma bir mesaj olarak yansır. İnsandaki duygu ve düşünceleri harekete geçiren de bu mesajın içeriğidir. Güzellik algısı, yararlılık içgüdüsüyle buluşur ve topluma iç aydınlığı kazandırır.

>> SANATIN MESAJI TOPLUMSALDIR

>  Sanat nesnesi olarak yontumuz, eğer herhangi bir şey eylemiyorsa, doğadaki sayısız taştan, mermerden bir farkı kalmaz. Sanatsal bir eylem olan yontu, eylem olduğu için bir içeriği, sanatsal olduğu için de o içerikle birlikte doğmuş estetiksel bir biçimi vardır. İki öğe bir araya gelerek, o sanat yapıtının mesajını oluşturur. Burada mesaj, aydınlığı ortaya koyan gerçeğin hükmüdür. O zaman biz izleyiciler de bu sanat yapıtına bakıp, onun bize kapalı ya da açık, ne söylemek istediğini anlamaya çalışırız.

>  Hadi alanı daha da genişleterek ifade edelim, anlamın da ötesinde ruhumuza yansıyan imgesel bir etkiyi duyumsamaya uğraşırız. Toplumsal değişimlerde, devrimci atılımlarda, bireysel özgürlüklerin kazanımında vb. eylemlerde sanat, nasıl bir işlevi üstlenir? Sanatçının görevi nedir? Sanatsal mesaj nedir? Bu yaşamsal sorulara verilecek yanıtlar bizim sanat anlayışımızı ortaya koyar.

>  Sanat tarihi boyunca, hemen her dönem sorulup yanıtı aranmış sorular bunlar. İstenmiş ki, yüce sanat bir eğlence, bir hoş vakit aracı olmanın ötesinde, insan soyunun en güçlü silahı olarak, toplumların var olma kavgasında onların yanında olsun, onlara güç kazandırsın. Toplumların bunu istemeye hakkı vardır. Çünkü sanat, nihayetinde insan varlığının, emeğinin, yaratım gücünün bir ürünüdür. İnsana ve insani olana adanmayıp da kime, neye adanacak? Devrim süreçlerinde sanatların yükseldiği bir gerçektir. Toplumun büyük atılım dönemleri sanatın da atılım dönemidir. Esasında sanat, bütün biçimleriyle bu var olma, yok olma günlerinde sınanır. Sanatın en özel bir alanı olarak şiir sanatı, söz sanatlarının tarih boyunca yükünü taşımış ve toplumun dar gününde hizmetinde olmuştur.

>> ACI DUYUMUNU YİTİREN TOPLUM

> İnsanlığın yaşadığı sarsıcı olaylar, tahammülü zor acılar sanatları, öncelikle şiiri yükselişe geçirir. Şiir bir toplumsal refleks olarak ön cephede doğal olarak yerini alır. Toplumsal direnişler, dalgalanmalar, tehditler eğer şairleri harekete geçirmiyorsa orada sorun çok büyüktür. Dünyayı zorlu evrelerin içinden devrimci sanatçılar çıkartır. İnsanlığın yazınsal birikimi bu dönemlerde sıçrama yapar, yeni anlatım olanakları yaratır.

> Acı duyumunu yitirmiş, merhamet duygusu zayıflamış bir toplumda sanatçılar sorumluluk üstlenemiyorsa, onlar da beyni yıkanan, algı gücü zedelenen bireylere dönüşmüş demektir. Ne yazık ki bugün sanatçı ve aydınlarımızın önemli bir bölümü gerçeklikle bağını koparmış ve kendine sunulan kurgularla oyalanmaktadır. Medya ve daha pek çok saldırılara maruz kalan toplum, karşı koyma gücünü yitirmişse, yeterince ortaya koyamıyorsa iş yine toplumcu, devrimci sanatçılara düşmektedir.

>> SÖZ “ACI TÜRKÜCÜ”DE!

> Gladyo ve NATO marifetiyle Türkiye’nin içine sürüklendiği 1970’li yıllar boyunca yaşanan acılar, kanlı deneyimler şairlerin dizelerinden okuyucuya yansıyordu. O karanlık ölüm kalım günlerinin şiirlerini Acı Türkücü adlı ilk kitabımda topladım. Bu çıkış şairin ülkesine, halkına bir adanışıydı. Acı Türkücü’nün ilk Adanış şiiri:

Adanış I

Adadım yüreğimi

Yağmurların yeşile döndüğü yere,

Limon çiçeklerine, incir kuşlarına,

Erik sürgünlerinin ışıltısına.

Adadım yüreğimi

Bahar canlarının yollara vuran,

Sarı aylar gibi yoksulluğuna.

Çalkalanan takadan kuzey yelinde

Sürmene sularına karışan kana.

Kara kumlar içinde yıldız arayan,

Derin gecelerin suskunlarına.

Adadım yüreğimi karayeline,

Derede taş çıkaran ve meşelerde

Kütük çekenlerin çılgınlığına.

Semer köprüler içre

Süzülen balıkların,

Adadım yüreğimi ardından giden aya.

Ben de gittim kaç gece,

Kaybolan yıldızları elimle saya saya.

Kemençenin sesine adadım yüreğimi,

Geceleri deşen horonlarına.

Kasaba içlerinde akşamüstleri,

Kara dolamalara düşen uşaklarına.

Yüz gemi yükü tuz

Yedim bu türkü için.

Yine de bir damla su içmem adına.

Gizlerini bildiğim tutkum sanadır,

Göğsümde tutuşan yanık sözlerden.

Dişlerin kenetinden

Sızacak kanım ile,

Adanan yüreğimle çalacağım ezgini.

Yeni dünyalar size getireceğim,

Yüreğimi sererek ayağınıza değin.

Düşürür de kaparım

Gökçe güzelliğini,

Sanmasın kara günün uğruları da.

Bu adanış sanadır ey yaban çağıldanış.

Senin için yanarım

Ülkem köpük gelinlik,

Senin seslenişini türküleştirip.

> Öte yandan, bugünün genç şairlerinin kulaklarına, yine Acı Türkücü’nün Sunuş sözlerini fısıldamak isterim:  Konup göçen tüm tarla kuşlarına… Onlar için yürütülen hain bir hesap vardı; rakamların arasından eğri büğrü akar. Temiz gökyüzünün camından sızardı çığlık. Kar suyuyla karışık ince kan, kıvrılırdı göz bebeğinin billurundan. Benim diyeceğim vardı, ufak bir diyecek. Vurgun yiyenin gözü capcanlıydı. Eğilip bakmıştım. Yapraklı kiraz dalı, bastırılıp sıkıştırılmıştı taş arasına. Kuzeyin Oğlu bendim. Geçmiştim Zigana’dan, Maçka’dan, Beyazıt’ın arka yollarından, başımı eğerek. Ateş almış şehrin sorumlusu bendim. Girmiştim dağ tabutlarının altına, başı dik; yüklenmiştim dünyanın cinayetini. Benim de tuttuğum bir hesap vardı; harfi harfine. Geldi şimdi onları konuşmanın sırası… Şiirlerim; meşe yollarında, dere boylarında, yürek yırtan acılarla söylendiler, ıssız sokaklarda. Menekşelerin evinde ezgi perileriyle değil, kara yağmurlarda suskun kuşlarla okundular. Deniz kayalarına, küçücük kağıtlara not edildiler gece yarılarında; kırık ve küskün. Pusarık havalarda dile geldiler; ezik ve acı. Ben böyle ölümleri yazmak ister miydim hiç... Böyle şiirleri... (17 Ekim 1981)