Derin çelişki: Atlantik vatanseverliğini reddederken NATO taşeronluğundan vazgeçememek

NATO’nun, üyesi 31 devletin sınırlarını birlikte savunma amacını taşıyan ve caydırıcılığı nedeniyle barışı güvence altına alan bir örgüt olduğu zannedilir. Alakası yoktur. Ama, bu masala inanan da çoktur.

Sömürü doyumsuzluğunun yol açtığı yıkıcı dünya savaşlarında, birbirleriyle savaşırken harcadıkları enerji nedeniyle sömürgeci Avrupa devletleri, tükenmişlik içine girmişlerdi. Anlayacağınız II. Dünya Savaşı sonrasında, Batı Avrupalı devletlerin, sömürdükleri dünyada dengeleri şaşmıştı ve inisiyatifi yitirmelerine ramak kalmıştı. Yüzyıllardır devam edegelen yağmacılık alışkanlığını sürdürmeden yaşayamayacaklarını düşünen sömürgecilerin, öncelikle birbirleri ile savaşmaktan vazgeçmeleri şarttı. Atlantik’in diğer ucundaki genç ve diri emperyalist güç olan ABD, pastanın büyüğünü almak şartıyla Batı Avrupa’ya “sömürü yetenekleri”ni geri kazandıracak bu iç barış ortamını “ortak savunma” kamuflajlı bir örgüt yoluyla sundu. Batı’ya eski yağmacılık alışkanlığını devam ettirme gücünü yeniden kazandıran bu örgütün adı, hepinizin bildiği üzere, NATO’dur.

DİNSEL DEĞERLERDEN DEMOKRASİCİLİĞE

4 Nisan 1949’da saat 16.51’de atılan imzalarla kurulan NATO’nun 14 Ekim 1953’ten beri kullandığı bayrağın zemini, koyu laciverttir ve Atlas Okyanusu’nun sularını sembolize eder. Tarihte Atlas Okyanusu’nun, sömürgeciliğin ve emperyalizmin merkezi olmak gibi kötü bir şöhreti vardır. Atlas Okyanusu, aynı zamanda Batılı Hristiyan misyonerlerinin en başarılı olduğu denizdir. Batı’nın dinsel değerlerini yaymakla görevli misyonerler, dünya sömürü düzeninin en başarılı aktörleri arasındadır. Dinsel yayılma, hem sömürü düzeninin kurulmasını kolaylaştırmış, hem de Batı’nın taşeron gereksinimini karşılamıştı. Yüzyıllardır dinsel değerleri yayma bahanesiyle sömüreceği kitlelerin refleksif savunma sistemlerini çökerten, sonrasında da bu kitleleri taşeronu gibi diğerlerine karşı kullanan Batı dünyası, özellikle 20. yüzyıldan itibaren kendini daha da geliştirmiş ve “değerler” ağını oldukça genişletmiştir. Demokrasi ve insan hakları ambalajı ile süslenerek sunulan Batı’nın kirli ve çürümüş değerleri, emperyalizmin sömürü ve taşeronlaştırma mekanizmasının da temel unsurları olarak hizmet ederler. Güya barışçı bir savunma örgütü havasındaki NATO’nun doktrinlerinde açıkça yazılı olan tek bir ana amaç vardır. O da: “Batı’nın değerlerini savunmak ve yaymak”tır. Anlayacağınız, Batı’nın aldatıcı değerleri üzerinden taşeronluğu özendiren sahte bir saadet zincirini, gidebildiği yere kadar götürmek, NATO için yaşamsaldır.

Özetlersek, NATO’nun iki katmanlı olduğu açıktır: İlk katman, Atlas Okyanusu üzerinden mazlum dünyayı doyumsuzca yağmalayarak zenginleşenler; ikinci katman ise yağmacı Batı’nın, yağmacılıktan vazgeçtiğini varsayarak ve onun sahte değerlerini sahiplenme akıldışılığını göstererek, kendisiyle birlikte tüm mazlum dünyanın örtülü sömürüsüne aracılık eden taşeronlardır. 71 yıldır Türkiye, bu ikinci katmandadır; yani kendisini üyesi zannetse de aslında NATO’nun gözde bir taşeronudur. Böylesi bir saçmalığa katlanmak için maddi bir neden bulmak aslında zordur; ama psikolojik nedenleri arasında da tuhaf bir “Atlantik Vatanseverliği”, özellikle dikkat çekmektedir.

NATO kurulduktan 2 yıl sonra, ABD’nin telkinleriyle 1951’de üst düzey karargâhlarını çok uluslu hâle getirdikten başka NATO üyesi subaylara müttefiklik ruhu kazandırmak amacıyla NATO Savunma Koleji kurulmuştu. Aslında müttefiklik ruhu filan hikâyeydi. Bu uygulamaların asıl amacı, NATO üyesi devletlerin askerî personelinin bir arada çalışarak, bir arada yaşayarak ve bir arada eğitim görerek salt millî çıkarlara kilitlenmelerini önlemek, “yabancıya güvensizlik” düşüncesini yenmelerini sağlamak ve kendi vatanseverliklerinin önüne “Atlantik Vatanseverliği” olarak tanımlanan yeni bir vatanseverlik çeşidini eklemek idi. Özetlersek ABD, NATO taşeronlarından, kendi millî çıkarlarından ziyade ABD’nin öncülüğünü üstlendiği yağmacı Batı’nın çıkarlarını önceliklendirmesini istiyordu ve askerî eğitim alanı üzerinden bu salgını kolayca yayabileceğini düşünüyordu. Bahsettiğim “Atlantik Vatanseverliği” hastalığı, 1950’lerden itibaren Türkiye dâhil bütün NATO üyesi ülkelere bulaştırıldı. Dahası ABD, “Atlantik Vatanseverliği” hastalığını 1990’lardan itibaren NATO’ya üye olmak isteyen ülkelerin askerlerine bile teker teker bulaştırdı. Ancak, ABD’nin “Atlantik Vatanseverliği” Projesi, 1970’lerden itibaren Türkiye özelinde yavaşça çökmeye başladı. Aslında 1980 sonrası dönem, NATO algı bombardımanına rağmen kendi muhakeme yeteneklerine fırsat tanıyan Türk subayları için, “Atlantik Vatanseverliği”nden sessizce arınma yılları olmuştu. Bu dönemde, NATO karargâhları ve NATO Savunma Koleji, Türk subaylarını ABD çıkarları için taşeronlaştırma hedefinin yakınına bile yaklaşamadılar. Son “Atlantik Vatanseverleri” olan ve sayıları binlerle ifade edilen FETÖ’cü teröristler, başarısız oldukları 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile birlikte tasfiye edilince, ABD ve NATO, TSK bünyesinde taşeronsuz kaldılar. Bugün, bir Türk askerine “NATO’cu” demenizi önermem; küfür olarak algılayacağından tepkisi çok şiddetli olabilir.

NATO’DA NE İŞİMİZ VAR?

Türk askerleri arasında, “Atlantik Vatanseverliği” hastalığından eser kalmadığına göre, hâlâ NATO’da ne işimiz olduğunu soruyorsunuz, değil mi? Demek ki, geçmişten beri var olan “sivillerin arkadan gelme” alışkanlığı devam ediyor. Türkiye’deki seçim sandıkları, siyasetçiler arasındaki “Atlantik Vatanseverler”i, siyaset sahnesinden alıp evlerine yolladığı gün, hiç şüpheniz olmasın, Türkiye’nin NATO taşeronluğunun da sona erdiği, harika bir gün olacaktır.