Devlet şantaja boyun eğmez -(TAMAMI)
İki aya yakın bir süredir belli çevreler tarafından Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri tartışılıyor.
Açlık grevi, en yalın tarifi ile kişinin kendi özgür iradesiyle, olumsuz bulduğu bir duruma toplumun dikkatini çekip desteğini de alarak yönetenleri, bu koşulları ortadan kaldırmaya zorlamak için, vücudunun ihtiyacı olan besin maddelerini kısmen ve tamamen almayarak aç kalmaya dayalı bir eylemdir.
Diğer bir ifadeyle olumsuz olduğu iddia edilen koşulların ortadan kaldırılması, düzeltilmesi için “kendi hayatını riske ederek” vicdanlara hitap ederek, yönetenleri etkilemektir.
Siyasal gerekçelerle yapılan açlık grevleri özünde “devlete karşı şantaj yapmaktır.” Kişinin kendi sağlığını, vücudunu bir silah olarak kullanıp devlete karşı şantaj yapması kabul edilemez.
İstedikleri siyasal sonuçları elde etmek için, ister kendi iradeleriyle ister dışarıdan gelen telkin ve baskılarla olsun, yapılan açlık grevleri meşru ve kabul edilebilir bir hak değildir. Devleti yönetenler, siyasi amaçlı açlık grevlerine, popülist bir yaklaşımla bir defa taviz verirlerse artık bu taleplerin sonu gelmeyecektir.
Bu nedenle siyaset kurumunun tüm aktörleri, bu tür siyasal şantaj karşısında kararlı durmak zorundadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kültürel farklılıklarını ifade edebilirler, koruyabilirler ama bu taleplerini siyasallaştıramazlar.
Peki aydınlar ne yapmalı?
Bugün cezaevlerinde devam eden açlık grevleri, 2000’de olduğu gibi cezaevlerinin olumsuz koşullarına, ya da TEKEL grevinde olduğu gibi işleri ellerinden alınan emekçilerin uğradıkları haksızlığa toplumun dikkatini çekmek için yapılmıyor. Açlık grevinin nedeni “Abdullah Öcalan’a özgürlük”, “anadilde eğitim”, “anadilde savunma hakkı”, “TSK’nın operasyonları durdurması” gibi tamamı siyasi nitelikli taleplerdir.
Bu taleplere bakıldığında siyasi iktidar, bölücüler ve yandaşlarının topluma kabul ettiremedikleri Oslo mutabakatını, cezaevlerindeki insanların açlık grevleriyle elde etmeye çalıştığı görülmektedir.
Bir kısım kendini “sol liberal” diye tanımlayanlar da, “devlet taleplere sıcak yaklaşsın”a kadar geldiler. Bir anlamda açlık grevi eylemine “entelektüel meşruluk” kazandırma çabası içine girdiler.
Aydın olduğunu iddia edenlerin asıl yapması gereken, birilerinin kendi bedenlerine verecekleri zararları teşvik etmek değil, açlık grevleri üzücü sonuçlar vermeden sonlandırılmasına çaba göstermektir.
Ana dilde eğitim, ana dilde savunma gibi talepler, devletin resmi dili dışında, farklı dillerin de eğitim ve öğretimde kullanılmasını gerektirir. Bir başka deyişle ana dilde eğitim ve ana dilde savunma haklarının hayata geçmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde onlarca ana dilin kamusal alana taşınması demektir. Ulusal bütünlüğü, ülkesiyle milletiyle bölünmezliğe ve dil birliğine bağlayan Devletin üniter yapısı parçalanır.
Bu nedenle “ana dilde eğitim” öyle birilerinin söylediği gibi “Türkiye buna hazır olmadığı” için değil, küreselleşmenin en büyük hedefi olan, ulus devletlerin egemenliklerinin sınırlanması ve ulusal kültürün zayıflatılmasına yol açacağı için şiddetle red edilmelidir.
El yordamıyla siyaset
Bugün gelinen noktanın, yani cezaevlerinde bulunan insanların, bedenlerini topluma karşı bir silah olarak kullanmalarının müsebbibi, devamlı olarak teröristle müzakere edilebileceğini söyleyen siyasal iktidarla, bu görüşmeye itiraz etmeden, sadece görüşmenin gizliğinden yakınan muhalefettir.
Pusuladan anlamayan kaptan gemisini karaya oturturmuş. Bugün ülkeyi yöneten de, yönetmeye talip olanlar da, aynen pusuladan anlamayan kaptan durumundalar, tarihten ve siyaset biliminden o kadar uzaklar ki, ülke bölünmeye gidiyor, birileri Sevr’i hayata geçirmeye çalışıyor, onlar sadece kulaklarına fısıldananla, el yordamıyla devlet yönetip, siyaset yapıyorlar.