Devlet terbiyesi

Cumartesi günü Danıştay’ın 146. kuruluş yıldönümü nedeniyle yapılan merasime, Tayyip Erdoğan’ın devlet geleneğini ayaklar altına alan, mahalle kabadayısı tavrı damgasını vurdu.

Tayyip Erdoğan, Türkiye Barolar Birliği Başkanının yaptığı konuşmaya, önce oturduğu yerden, sonra psikolojik dengesini kaybederek ayağa kalkıp kürsüye doğru yürüyerek, “edepsizlik”, “yalan söylüyorsun” gibi yakışıksız söz ve davranışlarla müdahale etmiştir.

Elbette yapılan bir konuşmayı dinleyen herkesin beğenmesini beklemek doğru olmaz.

Elbette konuşma yerinde ve zamanında düzeyli bir şekilde eleştirilebilir.

Kimsenin de buna bir itirazı olamaz. Ama Tayyip Erdoğan’ın davranışını da, devlet geleneği ve terbiyesi ile bağdaştırmak mümkün değildir.

Cumhurbaşkanı’nın önünde, onu hiçe sayarak, konuşmacıya hakaretler etmesi kabul edilebilir bir davranış olmadığı gibi, Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ın “el işaretiyle” kalkıp, salonu onun arkasından terk etmesi de çok daha vahim bir durumdur.

Bu yaşananlardan sonra, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden evvel, anayasa koyucunun 367 şartını niçin anayasaya koyduğunu bazıları anlayabildiler mi acaba?

O 367 bir “ucube” değilmiş, Cumhurun başının bir siyasi parti tarafından seçilerek, o yüce makama gelen kişinin, Abdullah Gül gibi, bir kişiye, bir tek parti grubuna medyun olmaması, Danıştay kuruluş yıl dönümü etkinliğinde uğradığı muamelelere uğramaması içindir.

Türkiye Barolar Birliği de bu tür yakışıksız saldırıya ilk defa muhatap olmuyor.

1991 yılında gene bir kuruluş yıldönümünde, dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Önder Sav, 429 ve 430 sayılı OHAL kararnamelerini eleştirince, teamüllere aykırı olarak devrin Cumhurbaşkanı Turgut Özal kürsüye çıkmış, TBB’yi küçümsercesine, “Baro başkanı bu anayasayı bilmiyor” demişti.

Olayı soğuk kanlılıkla dinleyen Sav, çıkışta gazetecilerin soruları üstüne “Ben hukukçuyum Anayasayı Cumhurbaşkanı’ndan iyi bilirim” demiş ve bu cevap bir gün sonra gazetelerde sürmanşet olmuştu.

Barolar Birliği Başkanının yaptığı konuşmada hukukla ve yargıyla ilgili söylediği şeyler, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğrulardır.

Nitekim benzer şeyleri Danıştay Başkanı da söylemiştir.

Tayyip Erdoğan, 2011 seçimlerinden sonra, XIV.Louis’in dediği gibi “devlet benim” derken bir anda 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonuna muhatap olmuştur.

30 Mart yerel seçim sonuçlarından sonra da toplum desteğinin de azaldığını görmesi, onda Yüce Divan korkusu yaratmıştır.

Sinir sisteminin bozulmasının sebebi de budur.

Yoksa başkanın söylediği “Hukuka güveni sarsacak davranışlardan kaçınılması gerektiği” cümlesinin kimseyi rahatsız etmemesi gerekir.

Tabii eğer iktidarı elinde bulunduranlar, hoşlanmadıkları soruşturmaları yürüten savcıların görev yerlerini değiştirirlerse, bu eleştiriye de muhatap olmayı peşinen kabulleneceklerdir.

Tayyip Erdoğan değil midir, her hoşlanmadığı mahkeme kararından sonra, yargıyı kamu yararına engel olarak gösteren?

Yandaşlarının ve yakınlarının her türlü yolsuzluğunun üstünü örtmeye çalışan Tayyip Erdoğan’ı “adil olmanın önemli bir fazilet” olduğu cümlesi de rahatsız etmiş olmalı.

Aslında, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın iki yanlışı vardı.

Birincisi konuşmayı, kurumsal olarak Türkiye Barolar Birliği adına olduğu için, “ben” diye değil “biz” diye yapması gerekirdi.

İkincisi ise cevap vermek yerine, Tayyip Erdoğan’a yaptığı davranışın devlet protokolüne ve devlet terbiyesine uymadığını söyleyip, bunu kamuoyunun takdirine bırakması gerekirdi.

Bir çift söz de, Başbakan tarafından “seçtirildiği” söylenen Danıştay Başkanı’na: Benzer bir saygısızlığı 1989 yılındaki Yargıtay Başkanı da yapmıştı; bunun üzerine Türkiye Barolar Birliği çok görkemli “alternatif bir adli yılı açılışı” yapmış ve saygısızlık yapan o Yargıtay başkanı bir daha ki seçimde on dört oy gibi komik bir oy alabilmişti.