Devrimin kurtardığı ek -sel

Türkçe sayısı 160’ı bulan ekiyle dünyanın belki de en şanslı dilidir, öteki dillere göre sayısal bir üstünlüktür bu, doğurganlığı, üretkenliği buradan gelir, kimse artık bu dilin bilim dili olup olamayacağını tartışmamalı, böyle düşünenler kendi Türkçe bilgilerini, Türkçe sevgilerini gözden geçirsinler; Türkçenin gücünden değil, kendi yeteneklerinden kuşku duysunlar ya da Türkçeye olan ilgilerini, sevgilerini sorgulasınlar. Dil Devrimi’yle bu dilin önü açıldı, her gün nerdeyse yüzlerce, evet her gün yüzlerce kitap yayımlanan bir dilin gücünden kuşku duymak aptallıktır ya da başka niyetleri olmalı böylelerinin. Türkçenin bilim dünyasındaki gereksinmelere nasıl karşılık verdiğini görmek için, yalnızca bilgisayar terimlerine bakmak yeter. Türkçeyi bir kenara atıp İngilizceyi bilim dili yapmak isteyenler, her şeyden önce halk çocuklarının, köylerden, varoşlardan gelen çocukların bilim yapmalarını istemiyorlar, bilimi kolejlerden yetişen kendi çocuklarının tekeline vermek istiyorlar. Halk ile bilim arasına dil engeli koymak istiyorlar. Onların bu bencilliği, bazen Türkçe düşmanlığı olarak karşımıza çıkıyor, böylelerine aldanmayalım ve onları iyi tanıyalım, özellikle de yoksul halk çocukları iyi tanımalı.

Dil Devrimi’ne karşı olanların dilinde hep aynı terane, bunların kuramcıları da, yazarları da, sıradan yandaşları da hep aynı, hiç değişmeyen savlarla devrimi gözden düşürmeye çalışırlar. Bir zamanlar şu sözü çok tekrarlamışlardı: “Türkçeyi sala sele verdiler!” Yani -sal/-sel ekinin canlanmasından rahatsızlar. Bu ek canlanınca seller alıp götürecekti Türkçeyi. Türkçede -sal/-sel ekinin olmadığını savundular yıllarca, çok eskiden beri yaşayan “kumsal”, “uysal” sözcüklerini görmezden geldiler. Bu tartışmanın güncel olduğu günlerde Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sında gördüm “dağsal” sözcüğünü, Sanat Sevenler Derneği’nde bir söyleşimizde Tarık Buğra’nın kendisinden öğrendim, “dağsal” Konya köylerinde kullanılırmış. Böylesine bağnazlık içinde olanlar kendi yazarlarını da okumuyorlar. (Geçen yazımda “dağsal” sözcüğünü yanlışlıkla “dağdaş” yazmışım.) Dil Devrimi sayesinde kurtuldu, canlandı -sal/-sel eki, kimyasal, siyasal, fiziksel, görsel gibi yüzlerce terim kazandı dilimiz.

Bir başka söz daha vardır Dil Devrimi’ne karşı çıkanların dilinde: “Geçmişle aramızdaki köprüler atıldı.” Sanki Boğaz Köprüsü gibi bir köprü vardı, yıkıldı bu köprü. “ Peki, bu gün hangi yazarı, geçmişteki hangi eseri okumak istiyorsun da, eskiyazı bilmediğin için okuyamıyorsun?” diye sorduğunuzda da, susup kalıyorlar. Ezberleri oraya kadar. Bana iki eser adı ver, hayır yok! Çünkü geçmişin bütün yapıtları yeni yazıya çevrildi, ama okuyan yok! Okuyan olmadığı için de yeni baskıları yapılmıyor. Yıkılan köprülerden söz edenler, “ecdat yadigârları”ndan söz edenler, geçmişin sadece hamasetini yapıyorlar. Neyi okuyamıyorsun deyince, susup kalıyorlar; okumak, araştırmak gibi bir dertleri yok zaten. Geçmişi sadece hamaset yapmak için kullanıyorlar.

Bir şey daha söylerler: “Batılılar Şekspir’i anlıyorlar, biz bugün Şeyh Galip’i anlamıyoruz.” Ah bu söz, aslında Osmanlı açısından ne kadar acı bir sözdür, ne kadar talihsiz bir söz! Savundukları, yücelttikleri geçmişin büyük bir eksiğini dile getirdiklerini bilmiyorlar. Şekspir bir tiyatro yazarı, Şeyh Galip ise şair... 17. yüzyılda (daha dün sayılır) niye bir tiyatro yazarını, gene bir tiyatro yazarıyla karşılaştıramıyoruz? Osmanlının hatası burada, bu geç kalmışlığı sorgulamak gerekmez mi önce? Şekspir sokaktan geçen insanlar da yapıtlarını tiyatroda izlesinler diye yazdı, tıpkı bizde 19. yüzyılda Şinasi’nin yaptığı gibi. Oysa Şeyh Galip sokaktaki insan için bir şey yazmadı, zaten sokaktaki insanın yüzde ikisi üçü okuma yazma bildiğinden, onu kimlerin okuyacağı belliydi. Şeyh Galip’i 17. yüzyılda kaç kişi, toplumun kaçta kaçı okuyabiliyordu, önce bu soruyu yanıtlamak gerekir. Daha doğrusu, toplumun kaçta kaçı okuryazardı 17. yüzyılda, önce bunu araştırmak gerekir.

Şekspir -Şeyh Galip karşılaştırmasından Osmanlı zararlı çıkar, Cumhuriyet devrimleri değil.