Dil zaptiyeliği

Dil insan beyninin yarattığı belki de en muazzam, en karışık dizgedir; bilim bir gün beynimizi her yönüyle açıklayacaktır belki, ama onun yarattığı dili, dilleri her yönüyle açıklamakta hep zorlanacaktır. Dillerin türeyişi bile hâlâ yanıtlanamamış sorulardandır. Dille beyin arasında kurduğumuz bir benzerlik de, ikisinin de olanaklarını tam kullanamıyor ya da tam bilemiyor olmamızdır. Dil, tamamlanmış bir yapıt değil, sürüp giden bir etkinliktir. Canlıdır, doğaldır, değişkendir, geleneklerle ayakta durur, sağlam bir geleneği vardır, ama yeniliklerle yaşar, yeniliklerle büyür, yeniyi, yeniliği çok sever. Hiçbir yapıt ya da kişi, bir dili temsil edemez. Dillerin milyonlarca yaratıcısı vardır. Herkes dilinden yararlanırken, bilerek ya da bilmeden ona bir şeyler katar. Dilde elbette uymamız gereken kurallar vardır, ancak dil kurallardan çıkmaz, kurallar dilden çıkarılır. Ayrıca bir dilin yazılmış yüz kuralı varsa, yazılamamış bin kuralı vardır, diyorum ben. Onun için bu köşede dil yanlışlarına değinirken çok dikkatli olduğumu söylemeliyim. Yoksa yaptığımız iş kolayca bir dil zaptiyeliğine dönebilir.
Üniversitede edebiyat bölümünde öğrenciliğimizin ilk günleriydi. Eski edebiyat profesörümüz derse girdikten iki üç dakika sonra ufak tefek, güzel yüzlü bir adam olan asistanı da gelir, hocanın yoklamasını yapıp giderdi. Biz üniversiteye yeni gelmiş toy öğrenciler böylece asistanın ilk görevini öğrenmiş olurduk: Profesörlerin yoklamasını yapmak... Bir gün aynı asistan gene yoklama için geldiğinde kürsüdeki hocasına; “Falan dersiniz filan dersle çakışıyor,” dedi. Öğrencilerin huzurunda,”Ne demek çakışıyor?” diye çıkıştı hoca. “Çakışıyor, değil, karşılaşıyor diyeceksin.” Program çakışır mı, karşılaşır mı? Epey bir kafama takılmıştı o günden sonra. Siz elinize bir cetvel alıyorsunuz, bir çizelge hazırlayıp dersleri yerleştiriyorsunuz, dersler böyle bir çizelge üstünde çakışabilir, çakışan derslerin öğrencileri de derslik önünde karşılaşırlar. Valla bana göre orada asistan değil de, profesördü yanlış konuşan... Aradan bir yıl geçtikten sonra anladık ki, hocanın o tutumu dil duyarlılığından değil, asistanını harcamak içinmiş. Nitekim harcadı da. Adamı yıpratmak için dil o gün bir bahane imiş.


MANTIK DERSİ VERİRKEN...
Artık yazarı değil de okuru olduğum bir gazetede epeyce ünlü bir kadın yazarın dil konusunda bir yazısını okudum. Dille ilgili bazı günlük gözlemlerinden söz ederek başlıyor yazısına. Odasında oturduğu doktor hanım telefonla konuşuyor: “Bak anneciğim, karnını iyi doyur olur mu, anneciğim sakın üşütme!” gibi sözlerinden, yazarımız, doktor hanımın annesiyle konuştuğunu sanıyor, hatta “Anneniz çok mu yaşlı?” diye soruyor. Kadın annem değil, oğlum diyor, yeniyetme ya da küçük bir çocukmuş konuştuğu. Bunu büyük bir yanlış olarak sunan yazarımız sonra başka yanlışlara geçiyor.
Hitap sözleriyle ilgili zaman zaman ben de yazdım. Ama bu yazar kadar titiz, katı olmadım. Örneğim Esra Erol’ün bazı gençlere özenerek karşısındaki kıza “Âbi” demesini eleştirmiştim. Bizim etkimiz mi bilemem, bir daha da Esra Erol öyle konuşmadı. Birinin yanlışını bulurken, dil dediğimiz karışık dizgeyi çok iyi anlamak gerekir. Bazen ilk tiyatronun insanoğlunun kullandığı ilk sözcüklerle başladığına inanırım ben. Dil sırasında bir tiyatro, bir şaka, bir eğlence, bir mizahtır. Eski Türkler “mont” türü bir giysiye “göteküstü” derlerdi. Bir mizah değil mi bu, ama o günlerin ciddi bir sözcüğü de... Bir kadın çocuğuna “Anneciğim!” diye seslenirken, onun diliyle konuşuyor aslında, çocuk oluveriyor; yani “anneciğim, anneciğim dediğin kadınım ben!” diyor. Doğrusu ben bu tür kullanımları yanlış sayamıyorum.
Kadın yazar sözünü ettiğim yazısını sonunda daha da ilgisiz bir konuya bağlıyor: Böyle mantıksız konuştuğumuz için HDP anlaşılamıyormuş... Moda böyle bir şey işte... Mantık dersi verirken bile insanlar mantıksız olabiliyorlar.