Dilenciler….
İnanın kötü bir niyetim yok. Bir yerlere gönderme yapma da değil amacım. Yalnızca ziyaret ettiğim küçük bir ülkede, dilenciye benzer hiçbir kişiye rastlamanın getirdiği bir şaşkınlıkla yazıyorum… Demek ki dilencisiz de yaşanabiliyormuş….
Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi’nde dilencilerle ilgili şöyle bir tanımlamada bulunur:
"Biz dilenciye acımayız, ondan korkarız. Bu korku dilencinin çirkinliği nispetinde artar.
Çirkinliğin birtakım tehlikeli kudretler taşıdığına inanırız.
Bütün Afrika, Amerika, Hint ve Çin ilahları çirkin değil mi?
Bize en fazla korku ve nefret veren dilenciye uzattığımız para bir sadaka değil, fakat korku sanatkarına takdim edilmiş naçiz bir mükafattır.
Doğu, artist milletlerin vatanıdır."
Dilenci deyip geçmeyin. Onlar bize, biz de onlara öylesine alıştık ki... Biraz kötü niyetliyseniz; onları birer merhamet sömürücüsü, günah törpüleyicisi ya da dilenmeyi çalışmaya, alın terine tercih eden miskinler topluluğu olarak yorumlarsınız. Ama bilirsiniz bizim gibi iyi niyetli ülkelerde onlar yalnızca yoksulluğun değil, yaşamın-doğanın da sillesini yemiş, dilenmekten başka hiçbir seçeneği kalmamış, merhametle, kahrolası bir acıma duygusunun sınırları içinde kalmış, yarım, sakat, acınası ve korunması gereken bir yaratıkla insan arası bir çizginin içinde sıkışıp kalmış, avuç açan bir canlıdır.
Ama merhametin sınırlarından biraz uzaklaşıp da gerçeği görmeye başladığımız zaman, bunun hiç de öyle olmadığını görmekte gecikmeyiz. Çünkü dilencilerin birçoğu -hepsi değil tabii, söz hakkı olmadıkları için onlara gereğinden fazla yüklenmek de pek haksızlık olur doğrusu- toplumun birçok kesiminden daha çok örgütlenme bilincine sahip olmuş, komün yaşamının ne demek olduğunu anlamış, en değme tüccardan bile bir adım ötede olarak sermayesiz ve vergisiz nasıl para kazanılacağının formülünü keşfetmiş bir sınıftır. Sınıftır derken bunu laf olsun diye değil, gerçek olduğu için söylüyorum. Osmanlı da onların da bir loncaları, bir örgütleri bulunuyor, şenliklerde onlar da grup halinde geçme iznini alırlardı…
İnsanlık tarihinde "en eski" olma özelliğini taşıyan iki meslek vardır: Birisi bildiğiniz gibi fahişelik, diğeri ise dilenciliktir. Her dönemde, her yönetim bu iki meslekle savaşmış, fakat onları yenmeyi bir türlü becerememiştir. Aksine onlar safahatla sefaletin, bollukla yokluğun, zenginlikle yoksulluğun olduğu her yerde yeşerme ve var olma özeliğini sürdürmenin üstesinden gelmiştir. Ve gelmeye de devam etmektedir.
İstanbul'da Avusturya Sefiri olarak görev yapmış olan Ogier Ghiselin de Busbecq arkadaşı Nicholas Michault'ya yazmış olduğu mektuplarda dilencilerden şöyle söz eder:
"Bunların sayısı bizim memlekettekilere nazaran hayli kalabalıktır. Kendilerine kutsal bir hava vererek yer yer dolaşır ve halkın dini hislerine hitap ederek dilenirler. Dilenciliklerini mazur göstermek için bazıları aklen zayıf olduklarını söylerler. Çünkü bu gibi zayıf akıllılar Türklerin saygı ve şefkatine nail olurlar
İstanbul sokaklarındaki dilencilerle ilgili en ilginç saptamayı ise Mark Twain (Samuel Taylor Clemens) yapmıştır. 1867 yılının Ağustos ayında İstanbul'a gelen Mark Twain, "sıradan sakat çeşitlerini görmek için Napoli'ye gidin ya da Roma devletlerini dolaşın. Ama hem sakatların hem de insan kılığındaki canavarların kaynağını, anayurdunu görmek istiyorsanız, istikamet Konstantinopl" diyerek İstanbul'un o dönemdeki harikulade sakatlarını yani dilencilerini şöyle anlatır:
"Napoli'de tek tırnaklı korkunç bir baş parmağa dönmüş bir ayak sergileyebilen bir dilenci köşeyi döndü demektir ama, aynı gösteri Konstantinopl'da (biz yine buna ne olur ne olmaz İstanbul diyelim)en ufak bir ilgi toplamaz, adam da açlıktan ölür. Haliç köprüleriyle İstanbul'un bu yollarını mesken tutan nadide canavarlar dururken böyle bir numaraya kim bakar? Ey sefil sahtekar! Üç bacaklı kadına, gözü yanağında olan adama karşı ne şansın olabilir? Parmakları dirseğinden çıkan adam karşısında yüzün kızarmaz mı? Her elinde yedi parmağı olan, üst dudaksız, çenesiz cüce arz-ı endam ettiğinde kaçacak delik aramaz mısın? Bismillah! Avrupa'nın sakatları göz boyama, sahte! Hakikileri yalnızca Pera ile İstanbul'un ara sokaklarında yetişir.”
İnanın zamanı içinde bu kentte çok değişti…Dilencilerin bile hakikisi kalmadı……