Doğaya, Asya’nın penceresinden bakmak

Doğayı nasıl gördüğümüz, bizi çevreleyen nesnelerle nasıl ilişki kurduğumuz, tüm uygarlıkların özgün karakterini yansıtır.

Bu bağlamda Batı uygarlığında, bir nesneyi en ince ayrıntısına kadar tanımlama, sözcük dağarcığının ve perspektifin sınırlarını zorlayarak nesneyi kuşatıp baskılama karakteri gözlemlenir.

Cézanne’dan Flaubert’e, nesneyi sonsuz detaylarla ayrıntılı açıklama tutkusu sonucu, nesne donmuş gibi sabitlenir, hayattan yalıtılır, doğadaki canlı devinimi gözden kaybolur. Bu bakış nedeniyle, bir şapka sayfalarca anlatılır fakat okur şapkayla yakınlık hissi kuramaz. Cézanne’ın tuvalindeki dağa baktığımızda, o dağın yamacında nefes alıyormuş gibi lirik duygular hissedemeyiz.

Tolstoy Polyana köyü

Bunun karşısında Avrupa kanonu reddeden, Batı uygarlığının görme biçimini yadsıyan Tolstoy’un eserlerinde, doğayla ve nesneyle bambaşka bir ilişki kuran, Doğu’ya özgü karakter ortaya çıkar.

Tolstoy, nesneyi tanımlamayı yadsıyarak, sanki o nesneyi ilk kez görüyormuşçasına betimler. Böylelikle Tolstoy, okurun her şeyi adeta ilk kez görüyormuş gibi hissetmesini sağlarken, aynı zamanda okura her şeyi gördüğü duygusunu verir. Aynı anda hem yabancılaşmış hem de tanıdık olma çelişkisi, Tolstoy’un doğaya kurduğu eşsiz diyalektik ilişki sayesinde giderilir.

TOLSTOY'UN DOĞASINDA DOLAŞMAK

Tolstoy’un ‘Kazaklar’ romanında, batının bakışından çok farklı biçimde doğayla ilişki kurduğu gözlemlenir:

“Troyka dümdüz yolun üzerinden hızla kayarken dağlar da yeni doğan günesin ışıkları altında pembeleşmiş tepeleriyle ufukta büyük bir süratle kayıyormuş gibi görünüyordu. Dağlar Olenin’i önce şaşırtmıştı, sonra içinde bir sevinç uyandırmıştı. Daha sonra da başka siyah dağlara hiç benzemeyen, doğrudan doğruya, steplerden yukarı doğru fışkırmış görünen, uzaklara koşan, bu birbirine zincirleme bağlı karlı tepelere baktıkça yavaş yavaş bu güzelliği içine sindirmeye, dağ nedir, bunu tam anlamıyla hissetmeye başladı. O andan sonra, gördüğü, aklından geçirdiği, hissettiği her şey yepyeni, tıpkı o dağlar gibi derin, yüce bir anlam kazandı.”

Tolstoy lirik doğa betimlemelerini, doğayla etkileşime geçen insanın hislerindeki değişimi adım adım göstererek, insanın beğenilerinde, değerlerinde ve bilincindeki değişimin ritmini gözler önünü serer. Kentli Olenin’in doğayla etkileşimi sonucu önceden kaba, çirkin ve güzel bulmayacağı Kazak Maryana’ya başka gözle bakmaya başlar:

“Genç kız sert, vahşi bakışlı parlak gözleri, vücudunun sağlam, aynı zamanda güzel hatları şimdi Olenin’i daha çok etkilemişti.”

Tolstoy bu eserinde insan-doğa etkileşiminin ötesinde sonuca ulaşma çabası vardır. Yeroşka Amca karakteriyle uygarlığın henüz yozlaştıramadığı, doğayla kusursuz uyum içinde yaşayan, yabancılaşmamış insanın ‘doğal halinin’ erdemlerini anlatır. İnsanın doğasının özünde iyi ve güzel olduğunu, insanın içinde yaşadığı eşitsiz toplumsal ilişkilerin bu doğal durumda bulunan erdemleri kırıp döktüğüne göstererek var olan toplumsal ilişkilere radikal bir eleştiri getirir.

Kısacası Tolstoy’un doğayı görme ve onu betimlemesindeki radikal farklılık, onun Batı uygarlığının değerlerini yadsıyarak, Rusya’ya özgün, sağlam ahlaki ilkelere dayanan, yepyeni estetik bakışı yaratma isteğidir.

Tolstoy

TOLSTOY'UN İZİNDEN GİDEN SABAHATTİN ALİ

Batı konunu dışında estetik bakış yaratma çabasını Sabahattin Ali’nin eserlerinde de gözlemlenir.

Sabahattin Ali, eserlerinde gerek olay örgüsünü kurgularken gerekse karakterlerini yaratırken insanın içinde hareket ettiği toplumsal ve doğal çevreyle olan diyalektik ilişkisini berrak şekilde gösterir. Toplumdaki ve doğadaki çevrenin değişiminin insanlar üzerindeki etkisini, insanların bu değişime gösterdikleri doğrudan veya dolaylı tepkilerde karakterlerindeki özgün yanları nasıl ortaya çıkardığına dikkat çeker.

‘Hasan boğuldu’ öyküsünde kasabadan bir Yörük kızının rehberliğinde heybetli dağın yamacındaki Yüksekoba’ya yapılan zorlu yolculukta, Sabahattin Ali’nin uzun ve ayrıntılı doğa betimlemelerini, öyküsünün sonundaki ruhsal değişime okuru hazırlamak için yapar:

“Rüzgar çamların dallarında uğulduyor, önümde giden Hacer kızın etekleri ve ince örgülü saçlarını öne doğru savuruyordu. Saatlerce beraber geldiğimiz bu kızın ne kadar güzel ne kadar ahenkli bir yürüyüşü olduğunu ilk defa fark ediyordum; olgun bir buğday tarlasında ilerliyormuş gibi hafifçe dizlerini kaldırarak ve başını ileri geri sallayarak adım atıyor, çimenlerin ve renk renk çiçeklerin üstüne çıplak ayaklarıyla basarken vücudunun ağırlığı olmadığı hissini veriyordu.”

Tolstoy’un ‘Kazaklar’ romanındaki gibi, Sabahattin Ali’nin ‘Hasanboğuldu’ öyküsünde de eşsiz doğa betimlerinin okurda bıraktığı tat ve yarattığı derin etki aynıdır. İki eserdeki başkarakterler doğayla ilişkilerinde, kendi kişiliklerine dışarıdan bakabilme becerileriyle yenilenmiş şekilde dönüşür.

Sabahattin Ali yıllar sonra Tolstoy’un izinden giderek, Hacer’i Yeroşka Amca gibi doğayla olan kusursuz uyumunu eşsiz edebi üslupla betimler:

“Şakaklarında, tozlarla karışıp sonra kalın çizgiler halinde kuruyan terlerin izleri vardı. Derin derin nefes alıyordu. Bu anda onu, etrafını saran tabiattan ayırmaya imkan yoktu. Akşamın hoşluğu içinde topraktan, çiçeklerin arasından fırlayıp büyüyüvermiş bir mahluk gibiydi.”

Tolstoy’un etkisini ‘Kuyucaklı Yusuf’ eserinde de gözlemleriz. Yusuf, şehrin pisliğiyle bozulmamış, “bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibidir.” Yusuf, Tolstoy’un Lukaşka karakteri gibi, sezgileriyle hareket eder, kararlarını içgüdüleriyle alır. Kentli insanın karmaşık yapısına karşı basit ve yalın bakışı vardır.

Sabahattin Ali

ASYAN'NIN KENDİNE ÖZGÜN ESTETİĞİ

Tolstoy’un Rus halkının yaşadığı sorunlara çözüm arayan sanatsal üretimi, Sabahattin Ali’nin yüzyıl sonra besleneceği verimli kaynakları oluşturmuştur.

Şüphesiz bu etkileşim, iki yazarın ötesinde iki ülkenin tarihsel kader birliğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’ye, Rusya’yı yaşadığı modernleşmenin sancılı çelişkileri neredeyse yüz yıl arkadan gelerek yaşamıştır. Kapitalizmin görece ilerlemediği, toplumun büyük çoğunluğunun köylülerden oluştuğu, Batı’nın emperyalist baskısı altında ‘Batılılaşma’ çabasının yarattığı derin çelişkilerle büyük toplumsal sorunları aşma zorunluluğu, iki ülkenin kültürel anlamda birbirine yakınlaşmasını sağlamıştır.

Sabahattin Ali, Kasım 1940 tarihinde ‘Yeni Edebiyat’ dergisiyle yaptığı söyleşide, “halkçı bir edebiyatın ancak realist olabileceği izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir hakikattir” diyerek can alıcı noktanın altını çizer: “Yalnız bu realizm, natüralizme pek benzeyen diğer realizm ile karıştırılmamalıdır.”

Ali’nin eserlerindeki ayrıntılı doğa betimlemelerinin, Flaubert, Proust gibi yazarların eserlerinde betimlenen “natüralist” ayrıntılardan farkı, bu cümlede saklıdır. Flaubert’in, Proust’un eserlerinde ilerleyen kapitalizmle birlikte yayılıp genişleyen metaların ayrıntıları vardır; insanı ele geçirip esir alan meta fetişizmi sayfalarca anlatılır.

Tolstoy’dan Sabahattin Ali’ye eserlerindeyse, insanı özgürleştiren, yabancılaştırmadan arındıran doğanın büyüleyici ayrıntılar gözlenir. Yusuf, Hacer, Yeroşka, Lukaşka gibi ‘soylu vahşi’ karakterlerle metaların insanı esaret altına alıp yozlaştırılmasına karşı durulur.

Bu karşı duruşta aynı zamanda Batı medeniyetine karşı ‘yeni bir dünya özlemi’ dile getirilir. İki ülkenin benzer gerçekliği edebiyatlarında benzer toplumcu gerçekliği yaratır. Yusuf, Volga kıyılarında dolaşırken, Lukaşka ise Kazdağı’nın yamaçlarında tırmanır.