Dokunma yanarsın...-(TAMAMI)
Tarihi eser açısından dünyanın en cömert ve de zengin topraklarının üzerinde yaşadığımız bir gerçek. Anadolu’nun neresini kazarsanız kazınız, geçmişteki medeniyetlerden herhangi birinin mutlaka ayak ve yaşam izine rastlamanız mümkündür. Bizlere cömertçe armağan edilen bu mirası, ne yazık bizler de asırlar boyu aynı cömertlikte har vurup harman savuruyoruz. Değerini pek bildiğimiz söylenemez. Bu topraklardan çıkan bir çok tarihi değerin bizden çok dışarıda olması da bunun en inandırıcı kanıtıdır. Louvre ya da British Museum’u gezenler sanırım bu düşünceye yakından tanık olmuşlardır.
Peki niye böyle oluyor? Bizim dışımızdaki bir başkalarının, sahip çıkıp benimseyip kendi geçmişleriyle özdeşleştirdiği değerlere yabancı ve kayıtsız olmamız nasıl açıklanabilir, nasıl yorumlanabilir acaba?
Bu ilgisizliğimiz ve sahipsizliğimiz üzerine sayfalar dolusu yazı yazılabilir. Ama son günlerde yaşadığımız bir örnek var ki, sanırım bu her şeyi daha baştan anlatmaya yeter.
Tarihi değerlere önem veren bir iş adamı 800 yıllık geçmişi olan tarihi bir çeşmeye rastlar ve bu çeşmeyi banka kredisiyle kaçakçıların elinden kurtarıp bir müzeye bağışlar. Bir başka ülkede böylesine bir olay en azından, örnek olsun diye takdir görür ya da maddi ya da manevi olarak ödüllendirilir.
Her köyün delisi
Ama bizde öyle olmuyor. Tam aksi, böylesine özveride bulunup bu tarihi eseri müzeye kendi parasıyla bağışlayan kişiye “Eline sağlık, örnek oldun” denilmiyor, aksine, 2863 sayılı yasanın 6. maddesine dayanarak, kültür varlıklarını elinde bulunduramayacağı belirtilerek uyarı cezası veriliyor. Yani eseri bulup kendi parasıyla alıp sonrasında da müzeye armağan eden kişiye teşekkür yerine uyarı mektubu veriliyor.
Olacak iş değil ama ne yazık ki bizde böyle oluyor.
Şimdi bu örnekten yola çıkarak, herhangi bir yerde tarihi esere rastlayan bir kişinin ne yapması gerekiyor acaba. Onu alıp en yakın müzeye götürmek mi, yoksa bulduğu yerde tekrar toprağın altına gömmek mi? Ama örneğin; tarlasını sürürken sapanının ya da traktörünün tekerleğine takılan tarihi eseri bulan kişi her ikisini de yapmıyor. Çünkü müzeye götürse bir dizi soruşturmalardan ötürü potansiyel bir tarihi eser kaçakçısı konumuna düşüyor. Toprağa gömse içi el vermiyor. Biraz çekingense o eseri parçalayıp yok ediyor. Ya da çoğu kişinin yaptığı gibi koltuğunun altına alıp antikacıların yolunu tutuyor. Doğru ya da yanlış.
Şimdi siz olsanız ne yapardınız? Bir düşünün.
Anadolu’da her köyün bir delisi bir de definecisi vardır. Define aramada kullanılan ithal dedektörler ihtiyaca yanıt vermiyor. Yerlileri de su gibi satıyor. Herkes define peşinde...
Üstelik ülkemizde tarihi eser koleksiyonculuğu yasak denilecek denli denetim altında. Yani tarihi esere ne sahip çıkabiliyor, yasalar nedeniyle ne satabiliyor, ne elinizde-koleksiyonunuzda tutabiliyor ya da örnekte görüldüğü gibi bir müzeye bağışlıyorsunuz. Kısacası hiçbir şey yapamaz konuma gelebiliyorsunuz.
Şimdi; Anadolu’nun uluslararası tarihi eser kaçakçılarının gözünde ne denli cennet bir ülke olduğunu, her eline kazma kürek ve de dedektör geçirenlerin define ya da kaçak kazı peşinde koştuğunu, çoğu bulunanların ise neden parçalanıp yok edildiklerini daha iyi anlamıyor muyuz?
Bir zamanlar bizden kaçırılıp sonrasında iade edilen bir parça eser için görkemli törenler düzenleyenlerin, onlarca parçanın yurt dışına kaçırılması karşısında ağıt yakmaya bile gerek duymamaları sizlere biraz garip gelmiyor mu?