Drakula’nın torunlarının Avrupa’dan intikamı

Dün, Madrid havaalanına indikten hemen sonra, karşılaştığımız ilk kişinin Romanyalı bir genç işçi olduğunu görünce, aklımıza Drakula hikayesi geldi ve bugünkü köşemize Kont Drakula’yı misafir etmeye karar verdik. Çünkü, Güney Romanya’daki Transilvanya bölgesinin en meşhur şahsiyeti Kont Drakula da 1897 senesinde Londra’ya gelmişti ve sonrasında neler neler olmuştu! O günlerin Avrupa’sındaki “göçmen karşıtlığı” ile bugünkü Avrupa’nın “göçmen mecburiyeti” arasında bir karşılaştırma yapmak için, Drakula hikayesi çok iyi bir fırsat olacaktı mutlaka. Ne de olsa Türkiye’de, bu göçmen karşıtlığı furyasından büyük bir pay alıyor bugünlerde. Anlattığımız hikâyeyi, bir zahmet Türkiye’mize de uyarlayınız, bu yazıyı okurken.

O zaman, gelin 1800’lerin son yıllarına gidip, Bram Stoker adlı İngiliz yazarın, neden böyle korkunçluklar ve korku dolu bir romanı yazmaya karar verdiği konusunda biraz fikir yürütelim. Çünkü aynı roman, geçen yüzyıl içinde de Hollywood’un da en önemli korku filmi konusu olmaya devam edecekti. Elbette yazar Bram Stoker, roman yazılabilecek binlerce konu arasından, Romanyalı Kont Drakula’nın vampirlik hikayesini seçerken, bir bildiği vardı herhalde. Neden Romanyalı bir vampir? Neden Fransız değil? Veya neden İngilizlerin Karındeşen Jack türünden yüzlerce örneği olan başka bir İngiliz delisi değil de Transilvanya denilen uzak köşelerdeki bir Kont ve onun uğursuz şatosu, son yüzyılın en önemli ve en çok satan korku romanı ve filmi olacaktı?

DRAKULA SADECE BİR ROMAN KAHRAMANI MIDIR?

1800’lerin sonuna doğru, İngiliz İmparatorluğu “topraklarında güneş batmayan” bir imparatorluk olarak dünyanın dört bir yanını elinde tutmaktaydı. Ama yavaşça, bu sömürgelerdeki halkların İngiliz karşıtı eylemleri sonuç veriyor ve birer birer İngiltere’den ayrılıyordu. Özellikle 1776’da elinden çıkıp bağımsız bir devlet haline gelen Amerikan sömürgeleri, İngiltere’nin imparatorluğuna en büyük tehdit haline gelecekti. Bu arada 1857’deki Hindistan isyanı da, İngilizlerin bu en önemli ve “kraliçenin tacındaki yakut” diye tanınan sömürgesinin de elden çıkmak üzere olduğunun işaretlerini vermekteydi.

Elbette, siz dünyanın dört bir yanını soyup soğana çevirirseniz ve o bölgelerin insanını aç bırakırsanız, onlar da yavaşça, kendilerinden çalınan varlığın ve zenginliğin utanmadan sergilendiği topraklara göç etmeye başlayacaklardır. İngilizler ve diğer Avrupalı sömürgeciler açısından, tam da bu olmaktaydı, 1800’lerin sonunda. Buna, kendileri bir ad da bulmuşlardı: “tersine kolonyalizm”! İngiliz İmparatorluğunun giderek zayıflaması, diğer güçlü rakiplerin ortaya çıkması ve bundan dolayı İngiliz toplumunda ortaya çıkan şiddetli rahatsızlık ve belirsizlik psikolojisinin sonucu olarak, 1897 tam da ortama uygun bir zaman olacaktı, Drakula romanının yazılması ve yayınlanması için.

DİKKAT: BEYAZLARI KİRLETEN ESMER DOĞULULAR GELİYOR

İngiltere’ye gelen göçmenlerin, yerli beyaz İngilizlerle ilişki kurup “etnik kirlenme” yarattığı endişesi, Drakula romanının ana hikayesini oluşturacaktı. Bram Stoker’in Drakula romanının yanı sıra, o dönemde yazılan birçok İngiliz eseri de aynı “ırk kirlenmesi” endişelerini yansıtarak, İngiliz toplumundaki derin rahatsızlığı, açık bir şekilde ifade edecekti. Bu “tersine kolonyalizm” akımı, “medeniyetli” Batı’nın “ilkel Doğu” halkları tarafından işgal edilip, Batı sömürgecilerinin sömürgecilik döneminde elde ettikleri tüm kazanımların tehlikeye düşmesi demek olacaktı.

Romanyalı Kont Drakula’nın özellikle Londra’ya taşınması ve oradaki hayatı, Drakula hikayesinin temel taşı olmaktadır. Çünkü o, “medeniyetli” Londra’ya, Doğu milletlerinin vahşetini ve korkunçluğunu getirmiştir bu göç ile. Ve Batı toplumu ne yapıp edip, bu korkunç şahsiyeti içinden atıp, geldiği yere göndermek zorunda kalmaktadır. Drakula hikayesi de bu amaçla Transilvanya’daki şatoya seyahat eden ve orada Kontu yok etmeye çalışan bir Batılı kahramanlar ekibinin, “yüce çalışmasını” ifade etmek üzere yazılmıştır.

Yani Doğu’dan gelen “göçmen işgalcileri” geldikleri yere kadar kovalayıp yok etme görevi, başarı ile yerine getirilmiştir romanın sonunda. Ve bir kere daha medeni Batı, ilkel Doğu’ya üstün gelerek insanlığı yok olmaktan kurtarabilmiştir! İnsanın, bu cümleleri yazarken bile, kendi hayat süremizde seyrettiğimiz yabancı düşmanı binlerce filmi hatırlayıp, “bu kaçıncı bahar” diye, kızgınlık içinde bilgisayarın tuşlarına vuracağı geliyor yani. Bu ne nefrettir ki, yüzlerce yıldır birbirini tekrar eden hikayeler anlatmaktadırlar.

DRAKULA’NIN LGBT’LI TORUNU MADRİD’DE

Gelelim bugünkü Doğu’nun Batı’ya göç hikayesine. İspanya’nın başkenti Madrid’e iner inmez, telefona SİM kartı almak için uğradığımız telefoncudaki genç kızımız, çok da fena olmayan İngilizcesi ile bizi karşıladı. Laf lafı açınca, benim Türk kendisinin de Romanyalı olduğunu belirttik birbirimize. O bize İstanbul’u sordu, biz ona bir konser için bulunduğumuz Mangaliya’yı.

Romanya’nın Karadeniz sahilindeki Bodrum’u sayılan Mangaliya’yı hiç görmemiş arkadaşımız. Ama Romanya’nın AB üyesi olması ile, kendisi gibi yüzbinlerce genç gibi, Avrupa’nın her tarafına taşınıvermişler. Aynı duruma, Avrupa’nın çeşitli şehirlerindeki konser ziyaretlerimiz sırasında, Polonyalılar, Bulgarlar, Ukraynalılar, Gürcüler, Ermeniler, Makedonyalılar ve Bosnalılar için de şahit olmuştuk.

Doğuluların Batı’ya göçü konusundaki genel durum, aslında çok basit ve aynen şöyle: Sömürgeci ve emperyalist Batı, 500 senedir Doğu’nun damarlarındaki kanı, Drakula’ya atfettiklerinden bile beter şekilde sömürdü yok etti. Bu Doğu milletleri, gelişmelerinin bir noktasında, hala patinaj yapıp durmaktalar. Batılı emperyalistler, milyon dolarlık “think tanklarının” icat ettikleri haince ve gayri insani metotlarla, bazan bu ülkelerden işbirlikçi yaratarak, bazan din, etnik ayrımcılık, askeri darbeler ve daha nice yollardan, bu ülkelerin var olmalarını ve gelişmelerini engelledi. Buna Türkiye’miz de dahildir elbette.

Cumhuriyetimizin ilk 100 yılındaki olan biteni ve çıkarılan engelleri bir hatırlamak yeter de artar bile. Aynı gelişmeleri tüm Doğu ve Güney ülkelerine kolaylıkla uygulayabilirsiniz. Çünkü emperyalistler, başarılı buldukları metotları, fotokopi usulü her yerde uyguladılar bu dönemde ve hala uygulamaktalar.

İKİ YÜZLÜ GÖÇMEN KARŞITLIĞI

Ülkeleri yaşanmaz hale gelip, aş ve ekmek bulmak zorlaşınca da bu ülkelerin insanları başka yerlerde geçim aramaya başladılar elbette. Buna bir de Batı medeniyetinin kendisini yok etme sürecine girdiği için, nüfusunun yaşlandığını, evliliklerin iflas ettiğini, LGBT tarzındaki hayatların yaygınlaşması ile bugün ve gelecekte ihtiyaç olan nüfusun üretilememesi sorunu eklenmelidir.

Böylece de Batı ülkeleri hem “göçmen karşıtlığı” yaparak, hem de ikiyüzlü bir şekilde “bu ülkelerden yüzbinlerce insan çalarak, kendi ihtiyaçlarını karşılarken, Doğu ve Güney milletlerinin gelişmesinin önüne, yeniden bir engel çıkarmaktadırlar. Yani “timsahın gözyaşları” diye adlandırılabilecek bir iki yüzlülük ile, 500 senedir sömürdükleri ülkeleri, yarattıkları yeni metotlarla sömürüyü sürdürmenin yolunu bulmuş görünmektedirler, şimdilik kaydı ile.

Bunu, az önce tavuk çorbası yediğimiz Hint lokantasındaki Nepalli genç garson ile sohbetimizde bir kere daha anlamış olduk. İspanya’nın başkenti Madrid’in ortasında, bir Hint lokantasındayız, ama çalışanı Nepal’den bir göçmen genç kız, müşterileri ise İspanyol! Bu durum, aslında Avrupa ve Amerika’nın şu andaki özeti diye adlandırılabilir. Yani, bizim yukarıda anlattığımız Drakula hikayesinin kıssadan hissesi: Yeni sömürgeciliğe hoş geldiniz!