Dumanına Küsen Tütsü, Estetiğin Sürgünü, Sürgünün Estetiği

Sürgün, mekânın zorunlu değişimi. Kişinin kendini mutlu hissettiği geniş mekândan kendini mutlu hissetmediği dar mekâna gitmek zorunda kalması. Bazen de kişinin yaşadığı mekânı geniş hâle getiremediği daha doğrusu kendi ütopik tasarımına uyduramadığı için kendi ütopik tasarımını başka yerde arama girişiminin bir sonucu. Siyasi sürgün, hukuki sürgün, ahlaki sürgün, sosyal sürgün... Sürgünün de çeşitleri var. Kişinin yaşadığı toplumla arasında gerçekleşen değer çatışması sonucu sosyal sürgüne uğraması, kişinin yaşadığı ülkeyle ideolojik çatışma yaşaması sonucu sürgüne uğraması, kişinin yaşadığı mekânın hukuk kurallarıyla çatışması sonucu aldığı ceza nedeniyle sürgüne uğraması… Örnekler çoğaltılabilir, ancak tüm sürgünlerde değişmeyen bir kaide, vazgeçilmez bir ortak nokta olarak “çatışma” vardır. Çatışma, uyumlu insanın değil; uyumsuz insanın enstrümanıdır. Var olanla yetinmeyip onu düzenlemeye, değiştirmeye; verili olana itiraz ederek bambaşka bir hâle sokmaya çalışanın varacağı yerin adıdır çatışma.       

Toplumları bulundukları yerden ileriye taşıyan, toplumların sıçrama tahtası olan devinim gücü olan çatışmayı doğal bir mizaç özelliği olarak ortaya çıkaran kişiler sanatçılardır. Sanatçı, var olan dünyadan rahatsız olan kişidir. Rahatsızlığı nedeniyle en iyi kullandığı malzemeyle (ses, söz, boya, taş vb.) var olan ancak onun zihin dünyasında bir ret imgesi hâline gelen realiteyi yıkıp yerine kendi realitesini koyma ihtiyacı duyar. Bu yönüyle diğer insanlardan ayrılır ve yaratıcı insan hüviyeti kazanır. Tüm toplumlarda olduğu gibi yaratıcı insanla sıradan insanın çatışması Türk toplumunda da kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkmış. Sanatçı yaşadığı dönemin şartlarından daha ileri bir tasarım ortaya koyduğu için toplum tarafından ve o toplumun temsilcisi olan egemenler tarafından bir tehdit olarak algılanarak bir tecride maruz bırakılmış, tecridin yeterli olmadığı şartlarda da sürgünle cezalandırılmışlardır. Esas itibarıyla üstün tasarımlı bir sanatçıya verilen sürgün cezası o topluma verilen bir cezadır. O toplumun daha iyiyi talep etme, o istenci kazanma şansının elinden alınmasıdır. Türk edebiyatı padişah ve şair arasındaki patronaj ilişkisinin ortadan kalkıp matbaanın gücünü gösterdiği Batı etkisindeki döneminin en başından beri sanatçının sürgününe teşne bir edebiyattır.                                                                              

II. Abdülhamit Dönemi’nin popüler cezası sürgündür. Peyami Safa’da baba travması yaratan dönem de bu dönemdir. II. Abdülhamit’in sürgüne gönderdiği ve sürgünde hayatını kaybeden İsmail Safa’nın ardından annesi ve yetim kardeşleriyle bir hayat mücadelesine başlamak zorunda kalan Peyami Safa hayatının her anında bu sürgünün hıncını içinde taşımış, II. Abdülhamit’e karşı olan tavrını her fırsatta dile getirmiştir. Peyami Safa’nın II. Abdülhamit’in kızı olan Ayşe Sultan’a yazdığı mektup bu sürgünün yazar belleğinde yarattığı hıncın açık bir dışavurumudur:    

“Görülüyor ki faziletlû pederiniz, size haksız olduğunuz hallerde susmayı ve başınızı öne eğmeyi de öğretmemiş. Öyle yapsaydınız, ızdıraplarına hâlâ saygı göstermediğiniz bir milletin kalbinde, otuz üç sene süren kanlı bir istibdat devrinin yarasını tırnaklamaz ve korkunç hatıraları ayaklandırmazdınız.

Susunuz, Ayşe hanım, susunuz. Meşhur mesele göre, bazan susmak, babanızın memleket ve hürriyet düşmanlarına, hafiyelere ve jurnalcılara dağıttığı altınlardan çok daha kıymetlidir, Ayşe hanım.”                 

Şüphesiz ki sürgünü, her zaman egemenin yanlışına dayandırmak bir toplu bakış hatasıdır. Bunun en bariz örneği millî mücadele karşıtı olan ve bu sebepten dolayı vatandaşlıktan çıkarılıp sürgüne gönderilen Refik Halit Karay’ın yaşantısıdır. Millî mücadelenin ülkenin aleyhine olacağını düşünen nam-ı diğer Kirpi, Refik Halid Karay millî mücadelenin kazanılmasının ardından bir sömürge devlet olan Suriye’ye gitmiş o zamanki adı manda olan yönetimin Suriye halkına olumlu bir kazanımı olmadığı, aksine onların yaşantılarını ezen, benliklerini yok eden bir kültürel soykırım; iktisadi hırsızlık hâline geldiği gözlemlemiş ve kendi sürgününü hazırlayan fikirlerinden pişmanlık duymuştur. Bu pişmanlık duygusunun dışavurumu ise Sürgün romanıdır.

Marksizm fikriyatının ülkeye girişiyle birlikte sanatçının sürgünü, siyasi bir pozisyona evrilmiş Nâzım Hikmet, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Attilâ İlhan gibi sanatçılar muhalif ideolojik tutumları nedeniyle sürgüne maruz bırakılmışlardır. Bu isimler içinde Attilâ İlhan’ın yaşadığı sürgün, sürgünün şartlarının ağırlığı itibarıyla farklı açılardan incelemeye değerdir. On altı yaşındayken sevdiği kıza yazdığı mektupta Nâzım Hikmet şiirlerini okuyup okumadığını sorması ve bu mektubun okul yönetiminin eline geçmesi sonucu hapse düşen, hapisten çıkmak için babası tarafından tımarhaneye yatırılan, tımarhanede aylarca kalmak zorunda kalan ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tüm okullardaki okuma hakkının elinden alınması sonucu tecridin ağır baskısını üzerinde hissede şair için sürgün dışında bir seçenek kalmamıştır. Paris sürgünü onun için eğitici bir sürecin başlangıcı olsa da çocuk yaşta kendisine yaşatılan ağır tecrit şartlarının ve travmatik bir geçmişin acısı zihninden ölene dek çıkaramamıştır.

Sürgünü daima bir olumsuzluk imgesi olarak ele almaksa bir inceleme hatası olacaktır. Sürgün sanatçının belleğinde bıraktığı her türlü travmatik izlere karşın sanatçının eserlerinde bir yaratıcılık menbaı olarak kendini göstermiştir. Bugün için Refik Halit Karay’ın Sürgün romanı, Attilâ İlhan’ın sürgün yıllarında yazmış olduğu Sisler Bulvarı kitabı, Nâzım Hikmet’in Yeni Şiirler ve Son Şiirler adlı eserleri ilhamlarını sürgünden alan eserler olarak Türk edebiyatında yer edinmişlerdir.