Dünya Evi
Altı yıl sonra yeniden ey okur! Sen, sen ki o uzak akraba... Bu kez, bir şiir kitabıyla buluşuyoruz yeniden. Beşinci şiir kitabı. Bu yüzden onu sana yollarken Beşinci Durak başlıklı önsöz ekledim başına. Her sabah, aynı otobüsle aynı yolu kat edenler için, artık beşinci durak daha anlamlı olacak. Şiir, çünkü hayata anlam aramak. Beşinci Durak’ta, “bana göre” şiirin ne olduğunu anlattım biraz da.
İsmet Özel’in şiir tanımı var: İki arkadaş. Geniş, büyük bir merdivenden inmekte. Birinin, diyelim ki ayağı burkuldu, sendeleyip düşüyor, yuvarlanıyor. Sonunda yere seriliyor. Kafasını vurdu. Baygın. Diğeri korkuyla, koşarak iniyor yanına. Yerde ölü gibi yatanı omuzlarından sarsıyor: “Konuş kardeşim, ses ver, aman ha, bir şey de...” İstiyor ki arkadaşı ölmesin. Sağ olduğunu anlatabilmek için ses etsin. Ne söyleyeceği önemli değil... Öylesi anlarda boş şey söylenmez zaten. Sözleri, yerde baygın yatanın yaşadığını gösterirken ötekinin yüreğine su serpsin. İşte şiir, o sözlerdir. Ama unutma, şiirin doğması için önce merdivenden ineceksin, hareket gerek. Sonra yanında biri olmalı, arkadaş. Tabii en önemlisi düşmelisin. Zaten “belki” o yüzden Dünya Evi’nin kapağında, “anneler düştüğünü hatırlar babaların / çocuklar güzelliğini” yazmakta. Caymaz efendi, sen yazdın onu oraya, neden “belki” diyorsun, bilmiyor musun ne yaptığını diyeceksin. Bilmiyorum tabii. Şiir, hep “belki”.
Ülkü Tamer ustaysa şöyle gördü: “Şiir her sabah kalkar, kelimelerini tarar, yola çıkar, işe gider. Yokluğu bir şeyi değiştirmese de ondan kalan boşluğu hüzün doldurur.” Memlekette, şairinden para almadan şiir kitabı yayımlayan üç beş şövalye kaldı sadece. Hele bu krizde, kitapçı sayısının bile azaldığı dönemde; üstelik kâğıt sorunu her daim başa bela dururken şiir kitabı basmak biraz da gönül işi. Gönül belediyeciliğiyle karıştırılmasın, yazacağım onu da.
Her daim uğramayı alışkanlık edindiğin kitapçı varsa, göz at lütfen şiir bölümü var mı, varsa zengin mi ya da küçülüyor mu gün günden? Dünya Evi de duruyor mu orada, köşede, yazmalı pembeliğiyle bekliyor mu birilerini. Belki vapurlarda, motorlarda, birilerinin elinde görülür artık; plazaların, fabrikaların önünde bekleşen servislerde, cam kenarındaki birinin çantasında.
Yaz gelecek, elinde çayı veya birasıyla biri, balkonda, yıldızları izlerken söyler mi kitaptaki Gümüş Dua’yı? Kanatlı At Destanı’nı okurken kimler öpüşecek karanlık basınca. Kim demişti, ilginç olan her şey karanlıkta geçer diye, Celine mi? O lanetli, Allah’ın belası Celine!
Misal, İzmir’de biri, karşısında durmadan konuşan adama / kadına, zamanın dışından bakıp çok âşık olduğunu bizim şiirleri okurken anlayacak mı? Ne diyordu şair: “Âşık ağlatmanın sonu var mı?” Derken başkası, bizden üç beş mısra yazacak mı defterine. Otogarda, ayrılmaya hazırlanırken nişanlısının çantasına atacak mı biri Dünya Evi’ni. Ya sayfalardan birinin fotokopisini çektirip muska gibi cüzdanında saklayanlar? Zaten muska dediğin şiir değil mi! Hem kim bu birileri, kim? Taşıyan var mı hâlâ cüzdanında şiir?
Bir asker ya da beni artık hiç hatırlamayan gurbetteki eski dost, yazacak mektubuna bizim şiirlerden birini... Kimlerin hayatından geçecek, kimlerin ezberinde üç dize; hangi yalnız, gece üst kattaki tıkırtılarından korkup içinden tekrarlayacak kelimelerimi, kimlerin fotoğrafının arka yüzüne yazılacak, hangi otel odasında ağlanacak Dünya Evi’ne, çalan olacak mı bir kitabevinden mesela, sahafa düşünce sevinecek mi kafiyelerim, sayfaları arasında hangi çiçekler kurutulacak? İhtimal biri, emekli Türkçe öğretmeni olan babasına hediye edecek, babamız biraz da Türkçedir diye kıyısına not düşüp. Kim onlar ki okurken yorgunluktan sızıverecek; sabaha karşı, şehirlerarası mola yerinde, evvelsi gün okuduğu Ağır Şaman’ı tekrar edecek. Tekrarın büyüsüdür biraz da şiir. Kimin rüyasından geçecek, kim huzurla dolacak, kim okurken yeni doğmuş kızının küçücük ayaklarını düşünecek?
Dünya Evi, kendine dünyanın hiçbir yerinde ev kuramayanların; dostlarını, aşklarını yuva bilenlerin şiirleri. Kişisel tarihimdeki yerini anmalı. Mesela Fethiye’de gittikçe unutulan bir yaz akşamındaki huzurdur benim için bu kitap. Aylası kelimelerin. O nefis Bedri Rahmi Pasajları; öyle pasajlar yok ama olsun, bence var... Yangınlar içinde yaralı geyik bakışları. Sarhoş gururları. Sana emanet ettiğim nefestir bu kitap ey okur. İnce bilekler... Tevfik Fikret’in penceresinden görünen deniz mesela. Kurdun postunda kurumuş kan... Bazen gemi olan halı püskülleri. İyi yürekli babaların çökkün yüzleri. Görevli olduğum geceler. Seni çarpan lodos, beni çarpan sesin. Nâzım’ın kızıl atkısı. Köylere el vermiş felç. Doksanlarda, Bakırköy’deki TCDD lokalinin trenlere bakan bahçesi. İkimiz ki sevgilim; görmedim böyle savaşlar. Tunalı Hilmi’de, barındaki papyonlu garsonla, otuzlardan kalmış o otel. Nilüfer’i seviyorum ama Hümeyra daha güzel... Bıyıklarım vardı eskiden. Deniz kabuklarından orkestra. Kaderini zara emanet eden pul, caza da benziyor rengârenk. Yaş kırkı geçse de kendinden pek bir şey anlamayanlar için Dünya Evi. Erken saatlerde bir ilkokulda hademedir imbat. Adana’da bir sabah duman altı kebapçılar. Terk edilmiş, hayalet benzin istasyonları; kadın bacakları ve yaşlı terziler. Avlular, çardaklar, kiliseler. Yazmalar ki pek içten. Sonunda kazanacağız sevgilim, asılacak bütün çamaşırlar ve o çok sevdiğim kırmızı taçlı salon çiçekleri...
Çok az var belki ama eş dost dünya evi. Eş dost, Dünya Evi...