Dünya Su Günü’nün ardından

Dünyadaki ekonomik sistemler Doğu Bloğunun dağılmasından sonra tamamen parasal ve kâğıt ekonomisi halini almıştır. Bu yapıda, ana akım ekonomistlerin ekonomik sistem tartışmalarında, reel ekonomik yapı ve günlük yaşamda insanların içinde bulundukları sorunlarla ilgilenmedikleri bir gerçektir. Açıkçası dünyada 1 milyar insanın aç, 2,5 milyar insanın yoksulluk içinde ve gelişmekte olan ülkelerde günde 1,2 dolardan daha az geliri olan insan sayısının 1,4 milyar olması, örneğin ABD’de bile 2012 yılında yoksul insan sayısının son 54 yılın en yüksek değeri olan 46,5 milyona ulaşması, bu ana akım ekonomi çalışmalarının ilgilendiği konular değildir.

Bu sorunlar, ekonomiden çok sosyal yanı önde olan Birleşmiş Milletler, buna bağlı örgütler ve bazı sivil toplum örgütlerine bırakılmıştır. Bu durumu günlük yaşamımızda çok net görebiliyoruz.

Örneğin, bu sorunlardan biri olan su sorunu geçtiğimiz ayda söz konusu etkinliklerden biriydi. 22 Mart, Dünya Su Günü olarak kutlandı ve bu etkinlik, yaşanan gerçek sorunlardan birinin bir ölçüde hatırlanma aracı oldu.

Ekonomistlerin sulu ayrımı

Aman bir hata yapmayalım! Ünlü ekonomistlerin su ile ilgilenmediklerini belirtmek haksızlık olabilir. 1930 ekonomik krizinden sonra, Keynes’in banka sistemi/kâğıt ekonomisine dayalı kapitalist sistemin dengeli olamayacağı ve ekonomik krizlere neden olacağını saptamasıyla, devlet ve merkez bankalarının müdahalesi ile tam istihdam ve fiyat istikrarının sağlanabileceği tezi dünya ekonomi politikalarını etkileyen temel tez olmuştur. 1970’lere kadar devam eden bu süreç değişmeye başlamış ve devlet müdahalesi ve merkez bankası müdahalesinin etkili olamadığı görüşü M. Friedman’la beraber yaygınlık kazanmıştır. Friedman’dan esinlenen ekonomistler daha çok ABD’nin iç bölgelerinde yaşayan ekonomistler iken, Keynes’çi politikaları savunanlar doğuda okyanusa yakın bölgelerdeki ekonomistler olmuştur.

1976 R. E. Hall “Mevcut Devlet ve Deneysel Makro-ekonomi Üzerine Notlar” adlı makalesinde bu iki grubu, tatlı su ve tuzlu su ekonomistleri olarak tanımlamıştır. Özetle tatlı su ekonomistleri serbest piyasa ekonomisinin daha olumlu olacağını savunurken, tuzlu su ekonomistleri devlet müdahalesini savunmaktadırlar.

Bunun yanında, bazı ekonomistler de Amerika dışında ortaya çıkan görüşleri taşıyanları derin su ekonomistleri olarak isimlendirmeyi önererek, tatlı-tuzlu su ayırımından çok ABD-derin sular ayırımının daha doğru olacağını savunmuşlardır.

Su sorunu

Tuz oranı ne olursa olsun, yaşanan gerçeklere bakıldığında tüm bunların günümüzde doruk noktasına ulaşan kâğıt ekonomisine hizmet ettiği, reel ekonomiye ve insanların reel sorunlarına bir çözüm getirmediği bir gerçektir.

Zaten kıt olan suyu bir de bu şekilde kullanmak, su kaynaklarını da olumsuz etkileyebilir. Oysa dünyada 1,1 milyar insan temiz sudan yoksundur. 2,6 milyar insan gereken temizlik olanağına sahip değildir. Her yıl 1,8 milyon kişi kirli suya bağlı hastalıklardan ölmektedir.

Bu olumsuzluklardan en çok çocuklar etkilenmektedir. Her gün su kaynaklı hastalıklardan ölen çocuk sayısı 3900’dür. Su sorununun fakirlikle paralel olduğu ve açlık gibi susuzluğun nedeninin de ekonomik olduğu bir gerçektir.

Bunu su tüketimlerine bakarak da görebiliriz. Günlük kişi başına su tüketimi, Kuzey Amerika ve Japonya’da 350, Avrupa’da 200 iken örneğin Aşağı Sahra Afrika’sında 10-20 litre kadardır.

Dünyada bugün için su krizinin olduğundan söz edilmektedir. Bu durum, insanların gereksinimi olan suyun yetersizliğinden değil, suyun kötü yönetilmesindendir. Bir yandan suya sahip olanların suyu kötü kullanımı çevre ve insanlara zarar verirken, bir yandan da adaletsiz ekonomik yapı ve yoksulluk dünyada açlık gibi susuzluğun da temel nedeni olmaktadır.

Yani bu su ile ilgili tercih sorunudur; kanal İstanbul projesi kimine göre çılgın proje iken, benim su ile ilgili çılgın proje önerilerim; tarımda sular etkin kullanılsın, musluğundan su akmayan kasaba, köy ve mezra kalmasın. Enerji üretelim derken suyu ve doğayı bozmayalım.