Dünya süt günü -(TAMAMI)

Uluslararası Süt Promosyonu Grubu (IMP) ve Sütçülük Federasyonu’nun (IDF) 1956 yılında aldığı kararla, 21 Mayıs günü “Dünya Süt Günü” olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de 1982 yılından beri “Dünya Süt Günü” kutlanmaktadır. Gıda ve Tarım Örgütü’nün 2001 yılında 1 Haziran’ı “Dünya Süt Günü” ilan etmesiyle kutlama zamanları ülkeler arasında farklılaşmıştır.

İnsanoğlunun ehlileştirilmiş hayvanları sütleri için elde tutmalarının tarihi geçmişi 8-10 bin yıl öncesine gitmekle beraber, çiğ sütün besin olduğu kadar bir tedavi aracı olarak kullanılması 150 yıllık bir tarihe sahiptir. Dünyada son 100 yıllık süreçte teknoloji, endüstrileşme ve küreselleşme ile süt üretim ve tüketiminin geçirdiği değişim incelendiğinde, özellikle gelişmiş ülkelerde gıda üretim ve tüketiminde sürdürülebilir olmaktan ne ölçüde uzaklaşıldığının bir örneği görülecektir. Gelişmiş ülkelerde neredeyse süt üretiminin tamamı en az bir işlemden geçerek tüketiciye ulaşmaktadır. Bu işlemlerin sütün besin değerini önemli ölçüde azalttığı ve doğal sütten geriye bir şey kalmadığı bir gerçektir.

Süt üretiminde fabrikalaşma süreci

Daha da önemlisi, tarım işletmesinde çiğ süt üretimi, çevre insan ve hayvan sağlığı açısından olumsuz bir yapıya dönüşmüştür. Çiğ süt üretiminin yüzde 80’nin üzerinde bir oranla inek sütü olduğu dikkate alınırsa, kuşkusuz süt sığırcılığı işletmeleri işin esasını oluşturmaktadır. ABD ve AB ülkelerinin önemli bölümünde bu işletmeler artık fabrika işletme olarak adlandırılmaktadır. Örneğin ABD’de son yıllarda süt sığırcılığında, sürülerin büyümesi yönünde önemli değişimler yaşanmaktadır. 2001 yılında yaklaşık 97 bin süt işletmesi varken, bu sayı 2009’da 65 bine düşmüştür. Bu değişimde göze çarpan en önemli özellik, fabrika işletmelerin sayısındaki artıştır. İncelenen dönemde, 500’den fazla süt sığırına sahip işletmelerin sayısı yüzde 20 artmıştır. 2000’den fazla ineğe sahip işletme sayısı ise, aynı dönemde yüzde 128 artarak 325’den 740’a çıkmıştır. Bu kitle üretim yapısı hayvanlar açısından inanılmaz sağlık ve refah sorunları yaratmıştır. Bu fabrika işletmelerde hayvanlar antibiyotik, hormon ve diğer kimyasallarla karşılaştıkları gibi gen değişikliği de söz konusu olmaktadır. Bu sistemde hayvanlar, canlı hayvan değil bir makine gibi düşünülmektedir. Süt üretiminde sürekliliği sağlamak için, ilk doğumdan 10 ay sonra süt sığırları hamile yapılmaktadır. Hayvanlar kapalı alanlarda tutulurken, sadece sağım makinesine gitmek için günde iki kez dışarı çıkarılmaktadır.

Fabrika işletmelerin olumsuz çevre etkileri söz konusu olduğunda, etrafa yaydıkları kötü koku ve ortaya çıkan yoğun gübre artıklarından kaynaklanan su kirlenmesi en çok bilinen örneklerdir. Yapılan çalışmalar, fabrika üretim şeklinin artmasına paralel olarak bulaşıcı hastalıkların giderek yaygınlaştığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle de organik süt sığırcılığı bir seçenek olarak desteklenmektedir.

Sektör büyük işletmelerin kontrolünde

Türkiye’de de süt işleme aşamasında bir işlemden geçerek tüketiciye ulaşan süt oranı yüzde 50’yi aşmıştır. Bu ticari işlenmiş süt sektörü de sınırlı sayıda büyük ölçekli işletmelerin kontrolü altındadır. Olumlu yan, çiğ süt üretim aşamasında henüz Batı’nın fabrika işletmelerinin ortaya çıkmamış olmasıdır. Süt sığırı işletmelerindeki hayvan sayısının ortalama 3-4 olması, bunun en açık göstergesidir. Kuşkusuz, barınma ve bakım koşulları açısından bazı olumsuzluklar bulunmasına karşın, doğal üretime daha yakın bir durum söz konusudur. Ne yazık ki, hem politikacılar ve hem de bir kısım bilim insanımız, bu yapıyı da Batı’laştırma hevesinde olup, işletmelerin büyütülmesini ve fabrikalaşmasını savunmaktadırlar.

Türkiye henüz her şeyini kaybetmedi

Makaleyi doktora yapmış Amerikalı bir çiftçinin Türkiye tarımıyla ilgili yazdığı makalesinden bir alıntıyla bitirmek istiyorum. W. Harris makalesinde; Gelişmiş Batı’da gıda sanayi ve süpermarket zincirlerinin tarımı kuşattığını belirtip, Türkiye’de de bu rüzgârın varlığına işaret etmekle birlikte daha Wal-Mart’ın ortaya çıkmadığının altını çizerek, Türkiye’nin henüz daha her şeyini kaybetmediğini ifade etmektedir. Bu özelliğiyle Türkiye’nin ABD ve AB’de geliştirilmeye çalışılan sürdürülebilir ve yerel tarım için ideal bir model olduğu vurgulamaktadır. Son olarak da makalede bir uyarı niteliğinde, kimin gıda ve tarım politikaları, kimleri yönlendirmektedir sorusu sorulmaktadır.