Düşünce dünyamızın durumu

Sıddık Sami Onar bir makalesinde, Türkiye’nin taklit değil tekamül kanunlarına bağlı ülkelerden biri olduğunu söylüyordu. Cümle önemli, etkileyici, esin vericiydi. Çünkü olur da büyük yanlışlar yapılırsa, biz de bunların düzeltilmesinde yetersiz kalırsak, o zaman bile, yapının kendisi yanlışları kusar ve düzeltilmesini zorlardı. İnsanın içinde yer aldığı topluma ve ülkesine güven duymasını sağlayan bir saptama.

*

Peki ya düşünce dünyamız bu yapıya uygun mu? Düşünce ve sözlerimizde baskın olan özellik, aktarmacılık değil de yaratıcılıktır diyebilir miyiz? Daha öncesine de bakılmalı kuşkusuz; ama son yarım yüzyıldır içinde bulunduğumuz durum pek iç açıcı değil. Son yıllarda Batı dünyasının post-modernizm adını verdiği düşünce akımı tepemizden aşağıya adeta boca edildi. Önümüze çok sayıda sözcük, terim, kavram serildi. Üstelik hepsi de doğrudan yaşamımızı yönlendirmek üzere projelendirilmişti.

Kavramları görür görmez beğendik. Öyle bir beğenme ki, hepsini dünya görüşümüzün çok eskiden beri zaten doğal parçaları saydık. Hepsini ışık hızıyla, işleri düzene koyma becerimizin bir parçası yaptık.

Örnek çok.

*

Örneğin, “kalite” olmadan olur muydu? Derdimiz kalitesizlikti! İşte bir araç gelmiş önümüze, adı Toplam Kalite Yönetimi. Bunu elbette kullanacak ve orduda, sanayide, okulda, her yerde şu sefil kalitesizlikten kurtulacaktık. Fikir, daha elli yıl önce yakılıp yıkılmış olan Japonlarındı; onlara adeta sihirli değnek gibi dokunmuştu. Haydi, zaman yitirmeyelimdi... Rüzgar böyle eserken, bir kısım ‘sol’dan muhalif “kalite iyi bir laf değil, nitelik diyelim” dedi ve bu ‘büyük katkı’yı yaparak o da işe koyuldu.

Bunu 1990’lı yıllarda yaşadık. Üniversitelerde makaleler yazıldı, sempozyumlar yapıldı; devletin en tepesinden yönetmelikler ve genelgeler çıkarıldı. Takımlar, çemberler kuruldu. Sendikalar da katarda yerlerini aldılar.

Bir kısmımız hem öyküye hem kavrama hem yönteme muhalefet ettik. Bu şeyin Japonlara ait olmadığını; yöntemin sahibinin Japonya’da yönetimde bulunan işgalci Amerikan ordusu olduğunu söyledik. Bunun derdi kaliteyi artırmak değil, sömürüyü derinleştirmek ve özelleştirmeleri hazırlamaktan ibaret dedik. İzlediği yolun ilk adımı ‘inan’emridir; bu yöntem her türlü sorgu-suali suç sayar ve uygulandığı yerde her türlü serbest yaratıcılığı boğar türünden sözler ettik. Tahmin edileceği gibi böyle sözler söyleyenler, yöntemin işgalci doğasına uygun biçimde aşağılanıp dışlanmışlardı. Yeniliklere düşman, çağı anlamaktan uzak, can sıkıcı muhalif ve daha da neler nelerle etiketlendiler.

2000’li yılların ilk on yılında ateşi yüksek olan toplam kalite yönetimi, adeta bir anda püff!, ardında kaliteden iz bırakmadan uçtu gitti. Ama bu arada yıkıcı reformlar için surları da delik deşik etmişti.

*

Katılımcılık, eşit vatandaşlık, çokkültürcülük, ortak vatan, yerellik, özyönetim, özerklik, çözümcülük, özgürlükçü laiklik, demokrasi... Son zamanların bu ve benzeri kavramlarına karşı çıkarsanız, TKY adlı herşeyi baştan ayağı ideolojik-siyasal amaçlarla donatılmış saldırganlığa karşı çıkanların “kalite düşmanı!” diye gülünç bir şeyle suçlandıkları gibi suçlanırsınız. Katılım olmasın da elitler mi yönetsin! Vatandaşlar eşit olmasın mı yanı? Kültür inkarcısı! Vatanda tabii ortakız, ne yani! Tek-tipçi! Çeşitlilik düşmanı! Çözüme değil çatışmaya aşık, kandan beslenen! Din düşmanı!

Durum basitçe “analar ağlamasın!” sloganı çevresinde ortaya çıkan manzara gibi. Norveç/Oslo müzakerelerine karşı mı çıktınız! Ne yani, analar ağlasın mı? Vay kalpsiz!

*

Bu acıklı fanatizm, taklitçiliğin ve fikirsiz aktarmacılığın dışa vurumundan başka bir şey değil. Düşünce yapımızı ele geçirmiş olan sığlık, hep birlikte kumlara bulanmamıza yol açıyor. İnsana çoğu zaman “lahavlevela!” dedirten bu amigoluğa yol açan nedenleri doğru derinlikte belirlemeye ve düşünsel sığlığa karşı gerçek bir mücadeleye çok ihtiyacımız var.