Düşüncelerimizin ve kararlarımızın ne kadarı bize ait acaba? ‘Özgür irade’ masalları ile mışıl mışıl uyumak!
Özgür irade, belki de insanoğlunun en fazla sözünü ettiği, ama ne olduğu konusunda bir türlü karar veremediği en gizemli kavram. Hepimiz, böyle bir şeyin var olduğu konusunda o denli şartlandırılmış ve programlanmışız ki, varlığı veya yokluğunu tartışmaya bile açmak mümkün olmuyor. Hem de bu sadece bizim zamanlarımızın bir problemi değil. Toplu halde yaşamaya başladığımızdan bu yana, saf bir özgür iradenin varlığı tartışılıyor.
Düşünün ki, daha bir saat önce doğdunuz. Ciyak ciyak bağırmaktasınız doğum odasında. Özgür iradenizin yarısı, daha şimdiden size ait bile değil artık! Çünkü babanızla annenizden, hatta büyük büyükbabanızdan size geçen genler, o iradenin yarısını daha gözünüzü açmadan belirlemiş oluyor. Yani hayat maçına 1-0 mağlup olarak ve ilk golün nereden geldiğini bile bilmeden başlıyorsunuz.
Bu arada, ait olacağınız din, deri rengi, ırk, konuşacağınız dil, hayatınız boyunca uygulayacağınız ritüeller, takip edeceğiniz gelenekler, dinleyeceğiniz müziğin makamsal yapısı, edeceğiniz dansların ritim çeşitleri, kebap mı hamburger mi türünden mide ile ilgili tercihler, daha doğduğunuz dakikada sizin için belirlenmiş olmaktadır. Elbette bunların bir kısmını daha sonra değiştirebilme olanağını hayat size tanıyacaktır, ama hemen herkes bu fırsatı kullanmak yerine, kendisine çizilen hayat yolunda devam edecektir.
ÖZGÜR İRADE TORBASI AİLE VE OKULDAN DOLMAYA DEVAM EDİYOR
Sonra ufak ufak büyümek lazım. Bu süreçte de, ilk elden annenizin o güzel sesi ve annelik içgüdüsü ile, ailenizin toplumdaki yerine uygun olarak size aşıladığı kültür, özgür iradenizin zaten yarısı gitmiş olan diğer yarısını doldurmaya başlıyor.
“Aman kızım onu yapma, aman oğlum şöyle deme” türünden yüzbinlerce yönlendirmeler ile, karakter denilen şeyimizi yavaşça oluşturuyor hayat. Kimimiz doğrucu davutluğumuzu, kimimiz de hinoğlu hinliğimizi borçlu oluyoruz bu zamanlara.
Sonra okullu oluyoruz ve bir türlü bitmek bilmeyen bir eğitim süreci içinde kıvranıp duruyoruz. “Eti senin, kemiği benim” günlerinde de, şimdiki “serbest piyasa” eğitiminde de olduğu gibi, karakterimizin inşaatı adım adım sürüyor. Okulda sadece ABC öğrensek o kadar sorun olmuyor ama, sosyal hayatımızın en temel yapı taşları daha bu dönemde asıl rengini bulmakta gecikmiyor. Aşırı korumacı aileler ile hiç ilgisiz ana babalar arasında bir yerlerde, özgür irademizi oluşturmak zorunda kalıyoruz. Hele de buna bir de okul kapısındaki uyuşturucu satıcılarını, tarikatlardan yurt avcılarını, terör örgütünün adam toplayıcılarını da eklersek, bırakın “özgür iradeyi”, basit bir irade geliştirmeye bile zaman olmuyor.
Elbette gencimiz ve yaşlımızla, her yaştan insanın baş belası medya ve sosyal medyanın, beş duyumuzu birden esir aldığı bugünlerde, bağımsız düşünce geliştirebilen kaç insan kalabiliyor ki etrafta? Sabah gözümüzü açtığımız zaman ile, geceyarısı o cep telefonunun kapatma düğmesine bastığımız süre arasındaki 15-16 saatte, ABD’nin 2003’te Bağdat’ta yaptığı 1700 sortilik ve 504 adet Cruise füzelik “yıldırım harekatı” cinsinden bir harekata maruz kalıyoruz, her gün hem de! Gözümüzle bizzat gördüğümüz şeyleri bile, bize tam tersi olarak anlatan ve aklımızı çelen Facebook, Instagram, Twitter gibi yüzlerce sosyal medya kanalı, “özgür irademizin” cellatları olarak yılmadan saldırılarını devam ettiriyor.
YUNUS ZAMANININ ÖZGÜR İRADESİ BİZİMKİNDEN DAHA YETKİNDİ
Medeniyetin ilerlemesine paralel olarak, garip bir şaşzamanlı gelişme de yaşamaktayız. Ortaçağın karanlık dediğimiz zamanlarındaki, yani bundan beşyüz sene önceki “özgür irade” kavramı, belki de çağdaş medeniyetin zirvesinde olduğumuz bugünlere göre daha geçerli bir kavram idi. En azından o zamanlarda, sadece din tüccarlarından ve feodal despotlardan irademizi engelleyen ve istedikleri yöne doğru götüren çabalarla sınırlanmış idik. Belki de o yüzden, Ortaçağın hemen sonrasında, kökleri daha da öncelere giden bir aydınlanma ve “özgür iradeyi” kullanma patlaması yaşanmıştı. Tüm o Rönesans ve Reformasyon dönemlerinde, bir bakıma bu güne oranla çok daha geçerli bir “özgür iradeye” sahipti insanlar. O sayede Leonardo’lar, Martin Luther’ler, Dante’ler ve bizden de Yunus’lar ve Mevlana’lar ortaya çıkabilmişlerdi. Elbette bu özgürlüğün fiyatını da ödemek koşuluyla.
Halbuki, günümüzün medeni dünyasında, insan iradesi ve beyni olağanüstü bir saldırı altındadır. Bu saldırı o kadar sinsidir ki, saldırıya uğrayanın kendisini bile mutluluğa boğmakta ve memnuniyetle “özgür iradesinin” iğdiş edilip yok olmasına, sevinç çığlıkları ile karşılık vermektedir. Bunun en somut örneklerini kendi içimizdeki olan bitenlerden, ve özellikle de son Ukrayna olaylarından görebiliyoruz. En sade olguları bile karmakarışıkmış gibi gösterip, anlaşılmaz bir hale getiren çevreler, kendi “özgür irademiz” yerine, kendi düşüncelerini yerleştirip kocaman bir koyun sürüsü haline getiriyor milyonlarca insanı. Tüm ulusların ve genel olarak insanlığın tarihi, “özgür iradenin” ne denli kaypak ve erişilemez bir kavram olduğuna dair milyonlarca örneğe sahip, görmek isteyene.
‘OTLAR DAVARA’ BENZEMEMENİN YOLU
O zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Madem “özgür irade” bu denli müdahale edilebilir bir şey, ne yapılmalı ki en fazla seviyede “irade özgürlüğüne” sahip olabilmeli insan? Bu da, Amerikalıların dediği gibi “milyon dolarlık bir soru” olarak önümüzde duruyor.
Bu sorunun cevabını, aslında binlerce senedir aynı soruya cevap arayan bilgelerin hikayelerinde ve deyişlerinde bulabiliyoruz. Mesela, büyük Türk bilgesi Niyazi Mısrı aynı soruya dört yüz sene öncesinden şöyle yanıt vermiş:
“Nerden gelir yolun senin, ya nereye varır menzilin / Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş!”
Günümüzün kargaşasında, hemen her olayı sebep-sonuç ilişkisi içinde anlamayı ve tutum almayı öğütleyen bir deyiş bu. Yani modern çağlarda “diyalektik materyalizm” diye adlandırılan hayat felsefesinin şiirsel bir ifadesi. Şimdilerde “kelebek etkisi” diye de popülerleştirilen bu felsefi yaklaşım, bize “özgür irademizi” mümkün olduğu kadar kendi elimize alabilmemizi sağlayan bir araç olacaktır.
Bunu yapamazsak, dünya hallerini elinde tutan “büyük iradenin” küçük oyuncakları olarak, hayat rüzgarının önünde savrulup giden ve kendisine ne olduğunu bile anlayamayan yapraklar gibi, yaşama veda ederiz birgün. Ve böylece, tam da Yunus’un şu şiirinde kastettiklerine benzeriz:
“Bu yerde hayallerin, sınırı ve sayısı yok/Bu hayale aldanan, otlar davara benzer.”