Düşüş mü, çöküş mü, tükeniş mi?

Yılda birçok kez Anadolu’nun farklı yerlerine yaptığım yolculuklarda gözlemevime ilk yansıyan ekilebilir toprakların durumudur. Dahası o geniş alanları gözlerimle tararken ekilebilmiş yerlerin cılızlığına takılıp kalmam ister istemez “neden” sorusundan daha çoğunu sormama da kapı aralar.

Toprağına sahip çıkmamak yani; her bir metre karesini ekilebilir, üretime dönüştürebilir tarım politikaları oluşturmamak hangi zihniyetin ürünüdür?

Evet, en temel sorumu kendime sorarken, diğerlerini de sıralarım. Ve neden bu duruma getirildiğimizi düşünürüm en çok da…

Bu konu zihin haritamda sürekli yer etmişken, yer yer düşüncelerimi de not eder, bu yönde okuduklarımla kendimce bir analiz yaparak ülkemizin bu çevresel oluşumunun bizi nereye götürdüğü konusunda da kaygılarımı anlatıp, edebiyat seminerlerime konu edindiğim bazı yapıtlar üzerinden bu sorunu irdelemeye çalışırım.

Şimdilerde okumaya yöneldiğim “Çöküş: Toplumların Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler?” kitabında (Jared Diamond) dile getirilenleri düşünedururken, ne denli vahim tabloyla karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha görmek ürküttü beni dersem…

Evet, Diamond’un anlattıkları ürkütücü!

İsterseniz ilkten onun şu satırlarını okuyalım:

“Geçmiş toplumların çevrelerini tahrip ederek kendi çöküşlerine yol açtıkları süreçler sekiz kategoriye ayrılıyor ve bu kategorilerin görece önemleri vakadan vakaya değişiklik gösteriyor: ormansızlaştırma ve habitat yıkısı, toprak problemleri (erozyon, tuzlanma ve toprak verimliliği kayıpları), su yönetimi problemleri, aşırı avlanma, aşırı balık avlama, sonradan getirilen türlerin yerli türler üzerindeki etkileri, insan nüfusunun artışı ve artan kişi başına gelirin etkisi.” (*)

Yaşadığımız küresel salgının adım adım gelişinin seyrini anlatan bu gerçeklik neredeyse dünyanın her yerinde yaşanan tahribatların da görünen yüzünü anlatmaktadır bize.

Nükleer savaşın biyolojik savaşa dönüşmesinin ilk işaretini veren “11 Eylül 2001” saldırısı dünya için yeni bir başlangıçtı. Bunun nihayete erdirilmesi değil, sürdürülerek boyut değiştirmesi için Ortadoğu’da yaratılan çatışma çöküş ve tükenişe yönelik hamlelerdi aslında.

ABD’nin saldırganlığı dünyanın her yerinde kendini gösterirken, dünyaya egemen olma teorisini siyasetbilimci Michael Parenti şöyle açıklıyordu:

“Amaç yalnız güç kazanmak değil, gezegene daha fazla hakim olmak, her ulusun ekonomisini özelleştirmek ve denetlemek, kuzey Amerika dahil her yerdeki insanların ensesine binmek için gerekli güce sahip olmaktır; bu tümüyle ‘serbest piyasa’ kapitalizminden kaynaklanan bir nimettir. Verilen savaş, topraktan, sermayeden, teknolojiden ve dünya piyasalarından belirli bir azınlığın elinde sermaye birikimi sağlamak için yararlanılması gereğine inananlarla, bunların toplumsal çıkarlar ve çoğunluğun sosyo-ekonomik gelişimi için kullanılmasını savunanlar arasında sürmektedir.” (**)

ABD bu mutlak gücünü askeri ve teknolojik alanlarda kullanırken var ettiği terörizmi “önleyici savaş” gibi göstererek yeni bir “savaş”a kapı aralıyordu artık.

Bunun için de “ulusların düşüşü” gerekiyordu.

Bugün Türkiye örneğinde gördüğümüz her alandaki bağımlılık ve çölleşme “Soğuk Savaş” dönemiyle birlikte kuşatma altına alınan ülkemizin bugünkü gerçeğini göstermektedir.

Küresel ağ günümüzde dünyanın bütün ülkelerini her biçimde kuşatma altına almıştır.

Evet, virüs salgını insanların sağlığını tehdit eden bir gerçektir. Bunun var oluş nedenini sorgulamadan çözümünü bulmak zordur.

Ötede, her alanda gücünü yitiren bir/çok ülkenin bu süreçte o hegemonik güce nasıl bağlı/bağımlı olabileceğinin de sınavı verilmektedir aslında.

Yani mutlak gücün yeni savaş stratejisi yeryüzünü kuşatma altına almıştır.

Başlangıçta bu koroya katılarak kendini “Avrupa Birliği” şemsiyesiyle “garanti”ye almaya çalışan Batı’da bugün aynı tehdit altındadır.

Suyunu, havasını, toprağını, ormanını, kaynaklarını yitiren bir ülke aynı zamanda dilini ve kültürünü de yitirmeye yönelir.

Cehaleti egemen kılarsanız hiçbir virüsün, salgının önüne geçmeniz mümkün değil. Bilimin aklın yerine “Marshal l Planı”nın kuşatmacı zihniyetini savunursanız, o yeniden yapılandırılan ülkelerin geleceği sizin de geleceğiniz olur.

“Korona Virüsü” salgını yeni bir savaş biçimidir. İnsan sağlığını her açıdan tehdit ettiği gibi, ulusların çöküşünü hazırlayan büyük bir kuşatmadır. Artık sınır ve toprak savaşı çağı geride kalmıştır.

Kitlesel göç ve imhanın, tıpkı doğayı ve çevreyi yok ediş gibi, insanlığı yok edişin miladı başlamıştır.

Bundan kurtuluşun yolu insanın insana gitmesi, insanla dayanışmasıdır; insana ve yaşadığı coğrafyaya inancı, sadakatidir diye düşünüyorum.

(*) “Çöküş: Toplumların Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler?”, Jared Diamond; Çev.: Barış Baysal, 2019, Pegasus Yay., 719 s.

(**) “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanları, William Blum, Çev.: Ekin Duru, 2013, Say Yay., 408 s.