Edebiyat: Düşüncenin Kan Damarı
Düşüncenin ete kemiğe bürünmüş hâli olan edebiyatta estetik yoğunlaşma ve edebî sanatları kullanma konusu ana fikrin muhataba en etkili bir şekilde iletilmesinde oldukça sonuç alıcıdır. Vurgulanmak istenen amacın doğrudan doğruya değil de edebî sanatlarla güçlendirilerek verilmesi, fikrin kalıcılığı ve sürekliliği açısından da yeğlenmesi gereken en doğru yoldur.
Teşbih, istiare, mecaz, kinaye, tevriye, mübalağa, hüsnütalil, iham, irsalimesel, telmih gibi işlevsel lafız ve anlam sanatları sözü en etkili ve en güzel şekilde söylemeyi; dolayısıyla fikri ve düşünceyi en uygun şekilde muhataba aktarmayı mümkün kılmakta, hadi bir metafor yaparak söyleyelim; mana şarabını sanat ve hünerin kristal kadehinde sunmaktadır.
Bir toplumun edebiyat, estetik, sanat ve hünerde yakaladığı başarı o toplumun medeniyet göstergesidir bir bakıma. Medeniyet ise yerellik ve bölgesellikten evrenselliğe sıçrama konusudur. Yani bireysel ve toplumsal planda kabalık, ilkellik ve yüzeysellik şeklinde ortaya çıkan bedevilikten kurtulup ilim, akıl ve vahyin çerçevesini belirlediği yüksek estetik düşünce uygarlığına yükselme…
Edebiyat fikrin ve düşüncenin dolaşım sistemidir.
Biyolojik yapımızın beslenmesini sağlayan kan kalp ve damar sistemi aracılığı ile vücudun en ücra köşelerine kadar taşınır ve böylelikle en temel besin maddeleri, vitaminler ve su bütün hücrelere ulaştırılmış olur. Kanın birkaç saniyelik dolaşamama durumu hücrelerimizin, dolayısıyla bütün organizmamızın kaçınılmaz ölümü demektir.
Aynı şekilde; edebiyat da fikrin ve düşüncenin kan damarı değerindedir. Sosyal ve kültürel anlamda bir organizma olan milletlerin canlı ve diri bir şekilde varlığını sürdürebilmeleri; fikrî, kültürel, millî, felsefi ve dinî değerlerin sürekli ve akışkan bir şekilde bünyeye taşınabilmesi koşuluna bağlıdır.
Bu ise canlı, diri ve güçlü bir edebî faaliyetin varlığını zorunlu kılar. Millet varlığının sürdürebilmesi için muhtaç olduğumuz değerler ancak güçlü ve kökü derinlere dayalı bir edebî faaliyetin basınç gücü ile millî bünyenin en uç köşelerine kadar taşınabilir.
Güçlü bir sanat, edebiyat ve estetik düzeyi tutturamamış milletler düşünce, bilim, kültür ve medeniyet değerleri açısından düşük tansiyon şoku ile hayata veda etmekten kurtulamazlar.
Şiirden, romandan, masaldan, öyküden yoksun toplumlar kendilerini tarihin aynasında seyredemez, varlıklarının ayırdına bile varamazlar. Çünkü edebiyat millî hayatın kristal endam aynasıdır.
Çünkü edebiyat toplumların bugün bizim için artık sözün tül perdeleri arkasında kalmış sırlar dünyasına, yani bilginin cinler âlemine yapılan gizemli bir yolculuktur.
Çünkü edebiyat; zaman ve mekân boyutunda yaşananların güzel sözün saf aynasında kayda geçirilişi; hayat gemisinin düşüncenin misk ü amber kokulu mürekkebi ile tutulmuş seyir defteridir.
17. yüzyılın önemli Divan şairlerinden biri olan Cevrî Çelebi bakınız şairi ve şiiri (elbette edebiyat olayını) oldukça sevimli bir meyhane metaforu bağlamında nasıl tanımlıyor:
Akmada rindân-ı ma’nî su gibi ayağıma
Bâdesi âb-ı hayât-ı feyz olan meyhâneyim
Çeviri: “Ben, şarabı feyiz (manevi kazanç) âbıhayatı olan bir meyhaneyim. Anlam rintleri benim ayağıma (şiirimin kadehine) su gibi akmakta.”
Bu dizede Cevrî şair olarak kendini meyhaneye; şiirini şaraba; şiirin lafız unsurunu kadehe; lafzın içine konulmuş bulunan anlamı da meyhane meyhane gezen rint meşrep Kalender dervişlerine benzetmiş ve Klasik Türk şiirinin sanat kudretinin enfes bir örneğini vermiştir.