Edebiyatı popüler kılan


Geçmişin ‘mahfel’ anlayışını taklit eden bir dolu derginin pıtrak gibi ortalığı sarması toplumda kültürleniyoruz anlayışına yarasa da, özünde safrasını atan bir toplumsal refleksle karşı karşıyayız
Güncel yaşantının seyrini belirleyen her gerçeklik, teknolojik gelişmenin bütün boyutlarını içerecek düzeydedir bugün. Üstüne üstlük Karl Marx’ın sözünü ettiği “yabancılaşma” olgusu böyle bir zamanda tarihsel ile yerel arasında bir köprü olarak kendini gösterir. Yani koşulların bağımlılığı da/gücü de diyebiliriz buna. Gene Marx’ın deyimiyle, “olmazsa olmaz, zorunlu...” Bu yalnızca üretim/tüketim ilişkisinde değil, inançlar/düşünceler bağlamında da yaşanan bir olgudur.
“Dünyanın çivisi çıktı,” diyebilmenin ötesine geçen bir düşünce üretimi söz konusu artık. Hayatı birçok yönüyle kavrayıp, soran /sorgulayan iletişim/kültür odakları etkin durumda. Bunu da hem sivil toplum ekseninde, hem de kültür sanat hayatının dolaşımında gözlüyoruz. Her iki arenada söz, gücünü toplumun dinamiklerinden alsa da, bilgi toplumu yaratmanın evrensel değerlerine sahip olabilmek için ifade özgürlüğü ve hukuk sisteminin, dahası adalet anlayışının yerli yerine oturtulması gerekiyor.
Kısacası inanç toplumundan bilgi toplumuna geçişi köktendinci bir bakışla yargılayan düşünceler giderek şiddetin ve çatışmanın kaynağı olalı beri; modernitenin bir sancısı olan “çağdaşlık” kavramı da sürekli sorgulanadurdu.
En azından ülkemizde 1990’lardan beri yaşanan, gözlenen bu...
EROZYONUN DİLİ
Kültür sanat, özellikle de edebiyat alanında yaşanan erozyon niceliksel yığınlaşmaya karşın; henüz niteliksel bir varlık gösterememiştir. Çoğu verimi “tek”e indirgeyerek bakmak popülerlik hastalığı olarak nüksedince; toplumda, en azından kültürel dolaşımda bu tekçi bakış/ı egemen kılan bir ortam yaratılmaya çalışıldı. Özellikle de geçmişin “mahfel” anlayışını taklit eden bir dolu derginin pıtrak gibi ortalığı sarması toplumda kültürleniyoruz/okuyup yazıyoruz anlayışına yarasa da, özünde safrasını atan bir toplumsal refleksle karşı karşıya olduğumuzu pekâlâ söyleyebiliriz.
Siyasetin yerel ayağı hamaset edebiyatıyla uğraşıp “15 Temmuz”u bir “kurtuluş savaşı” nidasına büründürürken; yayın yaşamında da benzer salgın kendini göstermeye başladı. Yakın zamanda bunların romanı, öyküsü, şiirini okuyacak düzeye geleceğiz!
Bu sürecin edebiyat ayarı siyasal yalpalamaların gölgesinde verilmeye çalışıldı. “Siz” ve “Biz” anlayışı “ekol”e dönüştü. Sizin Nâzım Hikmet’iniz varsa, bizim de Necip Fazıl’ımız var... Bir Yusuf Atılgan, Kemal Bilbaşar çıkaramasak da, adeta Hasan Ali Toptaş da bizimdir, denerek ödüllendirilmesi karşısında yazarın suspus hali de bu sürecin tepkisiz/sessiz soluksuz, hatta renksiz yazar profiline denk düşen bir tavırsızlık örneğiydi.
Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Ama bilinip görülen o ki; toplumdaki zihin karmaşası iradesizlik örneği... Bu, edebiyat ödüllerinde de kendini gösteren bir olgu. Örnek mi istersiniz? Alın Dağlarca ödülünü, Mersin edebiyat ödülünü, Metin Altıok ödülünü ve daha nicelerini...
POPÜLERLEŞTİRME ÇÖLLEŞTİRMEDİR
Tüm bunlar irtifa kaybeden edebiyatın popülerleştirme adına, ortamın çölleşmesine katkı adımlarıdır. Leo Löwenthal şunun altını çizer (Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, çev.: Beybin Kejanlıoğlu, 2017, Metis Y.,245 s.): “Edebiyat sadece insanın toplumsallaşmış davranışını değil, onun toplumsallaşma sürecini de gösterir; sadece tekil deneyimden değil, aynı zamanda o deneyimin anlamından da söz eder.”
Eğer edebiyat kapısına buradan girip bakacak olursak, sanırım öncelikle yazarı /yazarın konumunu ve duruşunu sorgulamamız gerekir. Löwenthal şunu da der: “Yazar, birey konusunda uzmanlaşmış bir düşünürdür.”
Yazarın bu ortamdaki bütün hallerini göz önünde tutarak, özellikle öyküde ve romanda bireyin toplumsallaşan öyküsünü yapıta yansıtarak; dahası ülkenin içinden geçtiği karanlığın/ağır koşulların ve toplumun bu bağlamda yaşadığı açmazların (yarılma/çözülme/yozlaşma/değersizleşme) o bilinçle/bakışla süzülerek anlatıldığını göremiyoruz.
ÖZEL YAŞAM FURYASI
Popülerleşme kaygısı yarım yamalak bilgiyle (daha doğrusu bilgisizlikle), özel yaşamların anlatılması furyasını başlattı. Elle tutulur bir Sabahattin Ali, Cemal Süreya, Turgut Uyar vb. biyografisi yokken; “pembe roman”ları andıran kitaplar sürümde çalım sattı.
Başka bir popüler kimlik, suya sabuna dokunmadan yazma hünerinden söz ederek okur avcılığına devam diyordu... Toplumu hiçleyen, bireyi göremeyen bir anlayışın egemenliğinde filize duran edebiyatın ürünleri de vardı elbette. Örneğin; Can Gürses, “Ölüyordum, Geçerken Uğradım” diye bir roman yazabiliyordu bu pusarık ortamda. Işıl Bayraktar, “Çürük Atlar Çöplüğü”ndeki öyküleriyle o sinik bireyin dünyasının kazıcısı kesilebiliyordu.
Jaguar Kitap; “Felaketzedeler Evi” (Guillermo Rosales), “Montano Hastalığı” (Enriqué Vila-Matas) adlı kitapları okuruna taşıyabiliyordu. Monokl Y,. Clarice Lispector’u yeniden günışığına çıkarabiliyordu. Can Y., popülerlik yelpazesini genişletse de Julio Cortazar vari yazarları inatla tümleyici bir anlayışla okura taşıyordu.
Yayın dünyamızın her şeye rağmen umut verici çabası yadsınacak gibi değil. “Nitelikli azınlığa hizmet” gibi görülse de; ülkenin tıkanan kültürel damarlarının açılmasına dönük başlı başına bir hamleydi her biri. Bir yanda edebiyatı popüler kılan her şey yapılırken; ötede de kalıcı/etkileyici/yönlendirici bir birikimin gene de filizlendiğini görmek gerektiğini düşünüyorum.