Edebiyatın pusulası nerede?

Geçmişte Sartre, bir kitabına “Edebiyat Nedir?” adını verirken; çıkış noktasında şu sorulara yanıt arıyordu kanımca:
“Yazmak nedir?”
“Kimin için yazıyoruz?”
Onun o günkü soruları (na yanıt arayışı), bugün bizim için de soru/sorun olmaya devam ediyor bence.
“Anonimleşen Edebiyat”, “Çıkmazdaki Edebiyat” kitaplarım hem bir birikimin, hem edebiyatın sürüklenişinin, hem de gelinen yerin ne olduğuna dönük tespitleri içeriyordu.
Bugün 1980’lerde başlayan dönüşüm sürecinin kırılmalarını en yoğun yaşadığımız bir dönemeçteyiz.
Özellikle de küreselleşmeyle gelinen noktada dünyanın değişimi/dönüşümü ülkemizi de her alanda etkilemiş durumda. Deyim yerindeyse bir “salgın”ı yaşamaktayız.
Kimlik bunalımı, toplumsal çözülmenin bir sonucu. Yozlaşma, çürüme, değersizleştirme, ötekileşme halleri ise bunların açtığı “yara” olarak nitelendirilebilir.
Sartre, kitabında düzyazı yazarına sorular sormayı sürdürüyordu:
“Hangi amaç uğruna yazıyorsun?”
Bir adım sonra da şöyle bir belirleme yapıyordu:
“İnsan, bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.”
Yazar(ın) neyi/ne için yazdığını bilmesi kadar bunu nasıl yazması gerektiğini kavraması/seçmesi ne denli önemli.
İşte günümüz (düzyazı) yazarı gelinen noktada bu iki gerçekliği görmezden/bilmezden gelerek yazmaya yöneliyor çoğunlukla.
Ne yazık ki popüler kültürün arz-talep ikilemi kültür üretimini de biçimlemiş durumda...
Edebiyat ortamı (buna yayın ortamı da dahil) kendi “edebî entelektüeller”ini yaratmadığı sürece, ortalık hep başkalarına kalacaktır.
Bugün, bu alanda yaşadığımız erozyon/yozlaşma bunun sonucudur.
Yazılan/yayımlanan her şey üzerine söz edilen ama irdelenmeyen, eleştirel aklın süzgecinden geçirilmeyen, eksikleri, yanlışları, doğruları konuşulmayan bir ortamdan söz ediyoruz.
Yani “ben yaptım oldu” zihniyeti egemen.
Yaratıcılıktan, bilimsellikten, özgünlükten uzak bir toplumda “yeni edebiyat”, “yeni sanat”, “yeni bilim”den söz edebilir miyiz?
Öylesi bir ortamda kuralsızlık egemen olur elbette.
Dünyanın sorunlarını göremeyen bir yazar kendi ülkesine dair ne yazabilir ki?
Tarih bilincinden yoksun, edebî bellek mahrumu, estetik bakış yoksunu biri “ben yazdım, oldu” diyerek ortaya çıkıp “çok satarlık” yaftasıyla gezinerek “iyi edebiyat” yapıyorum diyorsa eğer; pusulamızı yitirmişiz demektir.
Ya da bir akademisyen “cehaletten” medet umabiliyorsa ... Varın gerisini siz düşünün.
Edebiyatı, kültürü, sanatı kamusal tartışma alanına taşıyamadığımız sürece; vulgar siyasetin yaban dili toplumu zihin tutulmasından kurtaramayacaktır.
Yazdığının estetik boyutunu düşünmeyen bir yazar, yayımladığı kitabın yalnızca akçeli yanını düşünen bir yayımcı benim gözümde topluma her türlü yalanı söyleyebilen biridir.
O yaban dilli siyasetçi ile bunların birleşme noktası da aynıdır aslında.
“Yeni” dediğimiz şey çağdaşlığı, özgünlüğü içermelidir. Sıradışıdır, ama açıktır, etkileyicidir; alımlayıcısını geliştiren, kabuğunu kırdıran, yeni düşünceleri taşıyandır.
İşte buradan bakınca “Yeni Edebiyat”ın bir işlevi de “eğitimli yurttaş” yetiştirmek olmalıdır.
Bu nedenledir ki; yazar da “kamu vicdanı”nı gözeterek yazmalıdır. Çünkü yazar olmak toplumsal bir sorumluluk yükler günümüz yazarına.
Sartre’in “bağlanma” dediği de budur aslında. Yazarın dille yaptığı çağrı/sı bunu kaçınılmaz kılar.
Kaçınılmaz olarak yazar, bir bilinç açısı yapar. Orada uyaran/uyandıran, kışkırtan, düşündürüp eyleme geçirendir... Ama her şeyden önce de kimin için/neden yazdığını bilmelidir yazar.
O, bilir ki; söylemeyi seçerken neyi/niçin/neden/nasıl üretebileceğini de düşünür.
Yazar, kendi gerçekliğiyle kurduklarını okura yansıtırken; aydınlatıcılığı elden bırakmaz...
Bir yazar toplumun vicdanıdır. Toplumdaki kötülükleri görerek yazmak, yansıtmak zorundadır. Andr? Gide bunun altını çizer: İyi edebiyat iyi duygularla üretilemez. Çağının çağdaşı olabilmek düşüncesi de bu kavrayıştan geçer.
Eğer bir toplumda bilim eğitimi kadar sanat ve edebiyat eğitimine de önem veriliyorsa insanı/toplumu çağdaş bilgi/bilinci ile işte o zaman donatabilirsiniz.
Bilgi çağını yakalamak arzumuz işte ancak o zaman gerçekleşebilir.
Bilgiyle donatılmayan toplum üretmediğini sürekli tüketmedir. Ve ondan da hiçbir yaratıcılığı bekleyemezsiniz.
Edebiyatımızın bugünkü geriliğini, pusulasızlığını biraz da buna yormaktayım.
Eğer edebiyatı bilimin, sanatın gündelik yaşamımızın bir parçası kılamıyorsak “yeni insan”ı “tehlikeli bir yaratık” olarak her türlü şiddetin, kötülüğün insanı olarak tanımlamamız kaçınılmaz.
Sanırım “Pusulasız Edebiyat”ı var eden neden/niçinleri biraz da bu açıdan görmek/anlamak gerek.