Edebiyattan konuşmak...
J ulio Cortazar’ın yaşamına, anlatı dünyasına dair okuduğum her şey beni heyecanlandırır. Ondaki “edebî yücelik” sizi alır yeryüzü gezgini kılabilir, yazıda/anlatıdaki önyargılarınızı değiştirebilir.
Yakın dostu Mario Vargas Llosa’nın ona dair yazdığı yazısındaki şu satırlarla karşılaşmam bir kez daha Cortazar’ı düşünmeme neden oldu.
Yeni yetme Llosa, ilk romanının müsveddesini okuması için Cortazar’a verdikten sonra aldığı mektup onu bendinden çıkarır. Şunları söyleyecektir bunun için: “Sanırım çok uzun zaman boyunca teşvik edici ya da eleştirel bakışlarını omzumun üzerimde hissederek yazmaya alıştım.”
Cortazar’a duyduğu hayranlık onun yazı yolunu aydınlatmıştır. Bu edebî dostluk etkileyicidir.
Okurken, yazarken, düşünürken ait olduğunuz edebiyat dünyasının seyrinde böyle kaç yakınlık vardır diye de düşünürsünüz ister istemez.
BÖNLÜK DİYEBİLİR MİYİZ?
Edebiyatın seyrinin nereye evrildiğini ancak okudukça gözlemleyebiliyorsunuz. Çünkü o zaman edebiyat yapanlarla, edebiyatı kuranları ayrımlayıcı biçimde değerlendirebiliyorsunuz.
Yani bir yanda oynayanlar vardı, ötede de uğraşını sessiz ve derinden sürdürenler.
Oynayanlar her yerdeydi.
Yazdıklarının önünde konuşup duruyorlardı bıkmadan usanmadan. Birbirlerini yere göğe koymuyorlardı çanak tutanlar da. Örneğin; İngilizce düşünüp yazan birinin Türkçeleştirdiğine neredeyse bir “başyapıt” gözüyle bakılıyordu.
Birinin eğlenerek yazdığını diğerleri “benzersiz aşk öyküsü” diye nitelendirebiliyordu.
Tarihe dudak uçuklatan kurguyu gene “polisiye” diye piyasaya sürmenin prim yapması da bir “edebiyat olayı” gibi karşılanıyordu.
Dedim adın ne? Dedi: Melodram, diyenlerin ise önü alınamıyordu artık! Orada burada görünmek yetmezdi, adından daha çok söz ettirebilmek için birtakım “lobi”lere de yakın durmak gerekiyordu.
Birileri de anlatmalıydı sizi elbette. Tüm bunlar olup dururken, “iyi edebiyat” gene de sürgünde filiz vermekteydi.
Kâmil Erdem’in Şu Yağmur Bir Yağsa, Hasan Ali Toptaş’ın Kuşlar Yasına Gider, Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez kitaplarını okurken bunu daha iyi hissedebiliyordunuz.
Güney Dal’ın Fabrikada Bir Saraylı’sı ise nasıl roman yazıldığı kadar, romanına konu seçilenin neden/niçinini de gösteriyordu okuruna. Kuşkusuz okur olarak durduğunuz yerden bakıyor, okuyor, anlamaya çalışıyorsunuz.
Edebiyatın içinden bakan biri olarak yazılan onca şeyin yayıncı/editör onayı ya da gözünden ne kadar ince elenip sık geçirildiği tartışılır düzeydedir bugün. Çünkü, öyle ki; el attığınız birçok kitabın “arızalı” hali sizi bıktırır düzeydedir. Yayıncılık adeta bir “hurufat dükkânı”na dönüşmüş durumda. Peki, böylesi bir karmaşa ve niteliksizlik içinden “iyi edebiyat” nasıl çıkacak, kendine nasıl bir yol bulacak?
Galiba bu sorunu tartışmamız gerekecek. Herkes her konuda uzman olamaz. Ortaya atılan bir konuyu bilgiye/birikime göre değil, gözün değdiğine göre seçmek cahil cesareti.
Geçen gün, Özdemir İnce ile konuşurken, genç editörüme şöyle demişti: “Çok gençsiniz editörlük için, 35’inden sonra iyi editör olunabilir ancak, ama şansınız şudur iyi yazarlarla çalışabilmek...” Edebiyat da öyledir. Hemen olunmaz, yaza yaza; iyi yazarları kendine usta tuta tuta yol alınır.
Bugün bir Cortazar’dan, Vüs’at O. Bener’den bihaber birinin öykücü olabileceğini düşünemem. Salt Orhan Pamuk’u romancı bilip de romancı olunamayacağı gibi...
Dostoyevski gözlerinizi yormalı, bir Çehov kâğıtlarını aşındırmalı...
Bakın hiç eleştiriden, denemeden söz etmiyorum henüz. Çünkü yazılsa da bunları okumayan bir güruh geziniyor edebiyatın sokaklarında.