Ekranların memur konuşmacıları

Kimse alınmasın…. Sözüm meclisten dışarı… Amacım ne üzüm yemek ne de bağcıyı dövmek. Yalnızca herkesin bilip de bir türlü dile getirip sözünü etmeye pek yanaşmadığı bir konuyu kişiselleştirmenin dar kalıplarından soyutlayıp altını çizmek. Gerçi bir kaç kişi bu konu üzerine yazdı ama, onlarınki de hızlı değişen gündemin içinde içinde eriyip gitti…

Herhalde; TV’deki haber programlarında her akşam, belirli kanallarda, sabahın erken saatlerinden gecenin bir vaktine kadar bizlerle olan, ağızlarını açmasalar bile, neredeyse bakışlarından, beden dillerinden, her konuda, her alanda, her koşulda, ne söyleyeceklerini ezberlediğimiz, bildik, tanıdık, çok az değişime uğrayan, giderek kadrolaşan, sanırım davet edilmeseler bile alışkanlıkla ekrandaki yerlerini sabah akşam alan –ve bundan böyle de almaya devam edecek- konuşmacılardan söz edeceğimiz anlaşılmıştır…

Büyük bir titizlikle, kimilerince istenilen ve de arzu edilen kıstaslara uygunluğu onaylanıp önerilmiş-yoksa doğrusu zorunlu kılınmış mı olmalı- kişilerden oluşan bu konuşmacı tayfasında; emekli askerlerden, bir kez daha seçilme umutlarını yitirmeyen bir dönemlik eski milletvekillerine, doçentlikten profluğa, profluktan dekanlığa, dekanlıktan rektörlüğe oradan da bir başka yerlere atanma sevdasını taşıyan kimi akademisyenlerden gazetecilik kimliğine bürünmüş bir yerlerin sözcülerine dek kimler, kimler yok ki…

Elbette ki bu liste, sözünü ettiğimiz bu kadarla kısıtlı değil, daha da genişletebilirsiniz. Sonuçta karşımıza çıkan yine, bildiğimiz, aşina olan yüzler olacak. Yani ha bir eksik, ha bir fazla, sonuçta yine bildik aynı kadro……

Bir zamanlar sinema literatürümüzde “memur yönetmenler” diye bir tanımlama vardı. Anlam, yapımcılar tarafından ellerine tutuşturulan her bir senaryoyu, hiç itiraz etmeden filme çeken yönetmenler için kullanılırdı… Film iyi olursa kendilerine pay çıkarırlar, kötü olursa da tüm suçu yapımcılarını üzerine atarak, “ne yapalım onlar böyle istedi…”, derlerdi. Ama söz konusu; sanat, toplum, özgürlük, ilkesellik ve de dik duruş gibi kavramlar olduğunda ise mangalda kül bırakmazlardı.

Günümüzün haber programlarının gedikli konuşmacılarından bir kısmını (asla tümünü değil) sinemamızdaki bu “memur yönetmenler” le eşlemek sanırım pek yanlış olmaz. Sözünü ettiğimiz bu ekran memurlarını ortak özelliği ise; eğitimleriyle ters orantılı olan her konudaki sahip oldukları bilgi ve birikimle (!) formatlanma konumlarıdır. Bu konumlamaya göre, onlar, neyin söylenmesi gerektiğinden daha çok, neyin söylenmemesi ve de karşısındakine neyi söyletmemesiyle neyi söyletmek istemesidir. Bu önceden tasarlanmış formatlanma edilgin ve de etkisiz bir konuma getirildiğinde ise alınan tavır hep aynıdır: Ya vatan, bayrak, toprak, hainlik, satılmışlık, tiradına geçip coşup, coşturmayı amaçlamak, ya da birbirleriyle bağlantısı olmayan analojik tanımlamalarla sorunu kişisel düzeye indirgeyip-kaba ama yerinde bir tabirle- hır-gür çıkarmak… Her iki durum, programı yöneten kişilerin yapay memnuniyetsizlikleriyle karşılık bulur gibi olursa da sonuçta asla engellenmez ancak iş çizgiyi aştığında “reklama gidelim” komutuyla sonuçlanırlar…

Rahmetli, ustaların ustası yönetmen Ömer Lütfi Akad, dışardan sinema üzerine ahkam kesenleri ima ederek “Türkiye’de herkes, bir kendi işini, bir de sinemayı bilir” derdi. Bu günleri görüp de haber programlarını izleyebilmiş olsaydı her halde “Herkes, her şeyi bilir, bir kendi işini bilmez” der idi.

Elbette ki tüm tartışma programlarını genelleyip aynı pota içinde eritmek de pek doğru olmaz… İstenilen ve de arzu edilen nitelik ve nicelikte olmasa da düzeyli, uzman konuklarla yapılanlarla, her nasılsa beylik memur kadroların içine yanlışlıkla düşüp de “benim bunların içinde işim ne” dercesine konuşulanları sabırla dinleyip, az ama öz konuşup, kendince ders verenler de var… Sözüm onlardan gayrısına…

İşin en dayanılmaz ve de kabullenmez yanı ise; çoğu kişilerin imgelerindeki aydın/entelektüel kavramını bu memur konuşmacılarla eşleme yanılgısına düşüp de onların kotları ile sorunların çözülmesine inanma eğilimi göstermeleridir…

Belki de bu yüzdendir, sorunların sonuçlanmasına ilişkin önerilen çözümlerin, her defasında sorunlardan daha büyük sorun olarak karşımıza çıkması…