Eleştiriyi terk etme zamanı

Kişileri, kurumları, düşünüş yapılarını, toplumsal ve günlük yaşamı kireçlenme ve donukluktan kurtarma aranışıyla işe halâ sıfırdan koyulup önce ayrıntılarda iğneyle kuyu kazarcasına didinerek bütün bir kokuşmuş yönetim anlayışını döne döne hırpalayan eleştiriyle silkeleme umarındaki şu tiridi çıkmış aydınlar yok mu, adamı ifrit ediyor. Haklı olarak o da diyor ki, sündürmenin kimseye yararı yok! Öyle ama gerçekten: Merkez Bankası’ndaki 128 milyar dolarlık açığı her söze başlayışta Mahzunî’nin “Amerika katil” nakaratıyla yeniden demlemenin ne tadı var? Nesine el atsan kanayan ülkede en ücra köylere bile sızarak haritayı kaplayışına bakıp da şeytan aldatmasına gelip kırmızı görmüş boğa misali saldıracak bir tek adam aramak allah aşkına kime ne kazandırır? Hazır Korona kuşatması da üstümüze gelmişken kadın kısmına da en âlâ işkence ve kıyım hürriyetini kandil simidi niyetine dağıtmanın günahı kime?

ELEŞTİRİNİN KİME YARARI VAR?

Bir anda nisan biiir kahkahalarıyla kan ter içinde uyanıyorum. Ne kâbustu be! Kara basma iz olur diyen türkü halt ediyor. Bu karabasan bende iz koymadık tek hücre bırakmadı. İşe bakın ki, ana akım TV’lerden birinde sunucuların biri de sündürülmeye müsait olan sündürülür deyip nisan bir dalgasına hepimizi Korona köpürtmesiyle gaza getirmeye kalkmasın mı? Bu aşamada, açıkçası ben yokum demenin ötesinde hiçbir varoluş biçiminin yararı yok.

Son haftalarda elimden bırakamadığım Eleştiri Zamanı (Cogito, S: 100, YKY) kitabını da hemen en dip sandığa kaldırıyorum. Gerçekten de, eleştirinin varlığının toplumsal gerekliliği üstüne şu sözlerin ve hele sorunun kime ne yararı var?:

“Marx’ın ortaya attığı soru genellikle kendisinin yerini dolduran bir soruyla, yani ister akılcı ister ahlaki / hukuki olsun, eleştirinin hakikati sorusuyla bağlantılıdır (ama ondan ayrıdır). Spinoza’nın izinden giden ve Hegel’in düşüncesindeki bazı unsurları sahiplenen Marx, eleştirinin eleştirisinin kendisini nasıl hakikat olarak dayatabileceğini (olumlamakla kalmayacağını) sorar, yani bu eleştirinin hakikati nasıl Machiavelli’nin tabiriyle, ‘le verità effetuale della cosa’ [hakikatin gerçekliği], kendini edimselleştirme, gerçek olma gücüyle silahlanmış hakikat olabilir?” (Montag, Warren; s. 208)

HAKİKAT İŞÇİLİĞİ NEREDE?

Binyıllardır süregelip de kimsenin fark etmediği, kimseyi rahatsız etmeyen bir hakikatin nesnel varlığı korkutucu değildir. Korkutucu olan, onu fark eden bilincin soru üretip sonra da o soruları Korona hızıyla her yana bulaştırması ve yanıt aramasıdır. Hakikatin gerçekliği, fikirlerin kitlelerde maddi güce dönüşmesiyle edinilir. Hakikat işçisi; ister politikacı olsun ister şair, ister doktor olsun ister otacı, vardığı gerçek karşısında sessiz duramayan kişidir. Ama bu ses, sözde hem gerçekliği yüklenme hem de birçoklarına taşıma adına başkasının, hem de kerameti kendinden menkul kâzip şöhretlerin arkasına saklanarak çıkarsa, içindeki hakikati de, olsa bile cılka döndürür.

Yine birkaç zırtapoz, niyetlerini onun omzundan ateşle sözde özgür kılmak üzere, son zamanlarda moda olduğu gibi, uykularının kaçtığı bir gece Hilmi Yavuz’u Sultanü’ş Şuarâ ilan edivermiş. Nur içinde yatsın, her kafasına esenin ülkenin her gecesine ne baskınlar sığdırdığı şu günleri önceden görüp 50 küsur yıl önceki bir parlamento baskını nedeniyle şöyle demişti İsmet Paşa: Eşkıyanın bu gece ne yapacağı belli olmaz. Nitekim adı Seçiciler Kurulu’nun ön sıralarında geçen Altay Öktem, olan bitenden haberi olmadığını Twitter’dan duyurmuş; böyle bir şeyi çok yanlış bulmakla birlikte, Hilmi Yavuz’un 40 yıl düşünse aklına gelmeyeceğini yazmış.

HAKİKATİN AYNASI

Kimi dostlar, hakikat karşısında kendilerinin sorumluluğu yokmuşçasına yakınıyor: Kimseden doğru dürüst tepki gelmiyor. Tepki verenlerse büyük şairin de kendi hakikatle ve vicdanıyla aykırı düşebileceğini ima ediyor... Ben Face’te şöyle yazdım: Büyük yazar odur ki, kendisine karşı bile düşse hakikati göstermekten geri durmaz. Balzac, gerçekçiliğin babası; Tolstoy, Rus Devrimi'nin aynası olabildikleri için büyük yazar da olabilmişlerdir.

Hilmi Yavuz, aynanın gösterdiğiyle değil, sırlarıyla, boya ve çerçevesiyle uğraşmış sözcük nakışçısıdır. Hayattan uzak dedikleri Divan şiiri de sözcük oyasıyla çok uğraşmıştır ama Hilmi Yavuz'un bir tek dizesinde bile rastlayamadığınız nice insani derinliği üstelik Batılı yazarlardan bir tek hayal aparmaksızın yansıtabilmiştir. Yavuz, hangi dizesinde Divan'ın sıradan şairi Koca Ragıp Paşa'nın şu dizesinden daha derine inen bir dize yazabilmiştir?:

Sorsalar mağdûrunu gaddâr kendin gösterir.

Daha kötüsü ne biliyor musunuz? Fazlı Yalçın'ın da vurguladığı gibi, Cumhuriyet ve Türkçe düşmanlığıyla "çeteleşme"lerde âkil işgüzarlığı etmiş olması...

Hegel, çöküş dönemlerinde eleştirinin yerini mizahın aldığını söylemişti. Herhalde eleştiri yerine mizahi takılmaktan gerisi yalan...