Emeğin küllerinden

Türkiye’de hemen herkesin en çok yakındığı konu örgütsüzlük... Hangi sorun konuşulsa, iş gelip en çok da konuşanın ilgisizliğine dayanıyor. Ağzını açan yakınıyor: “Örgütsüzüz abi... Tek kişiyle ne olur? Hiç uğraşma, düzelmez.”
Son yıllarda ağızlara sakız olan bir konu da birey olamayış, sürüden kopamayış. “Kimse bireysel tavır koyamıyor abi. Örgütte herkes en tepedeki kişiye bakıyor. Herkes, onun adamı...”

ORTAÇAĞ'DA TÖRE BEYİ
Osmanlı toplumunun intisap ilişkileri üzerinde geldiğini söyleyen Stanford Shaw’ın bu saptaması beni yıllardır düşündürüyor. Tek başına var olmayı göze alamayan kişiler, semtinde güçlü olan birine yanaşarak onun adamı olmayı dener; intisap ettiği kişinin güçten düştüğünü gözlediğinde bir başkasına yönelir. Bu ilişkilerde herhangi bir hukuki kayıt, kişisel sözleşme yoktur. Adamı olmanın ahlakı, namus ilkesi budur. Töre, kişinin üstündedir. Törenin sürmesinden sorumlu töre beyi (=derebeyi), güç yitiren kişi durumuna düştüğünde, adamlarının onlara güç yetiren bir başka kişiye intisap etmesini alçaklık olarak görse de, ekmek ve can için kimseye güvence veremediği zaman terk edilir. Bu, toplumsal ilişkilerde bireyler arası hak ve ödevlerin demokratik özgürlükler temelinde yükselemediği Ortaçağ toplumunun tipik özelliğidir.

BİREY NE, ÖRGÜT NE
Sermaye her ne kadar birikmiş emekse de, büyüme eğilimi yüzünden, bireysel ve özgür işgücüne gereksinme duyar. Bu çerçevede, burjuva devrimi, bireysel hak ve ödevlerin kurumlaşması için ilişkileri toplumsal sözleşmeye bağlar, düzeni anayasa temelinde biçimlendirir. İşgücünün sahibi ve patron arasındaki ilişkiler, bireysel düzlemden toplumsal alana yayıldıkça hak ve ödevlerin örgütsel yapılarla belirlenmesi gereği doğar. Başka deyişle, Ortaçağ’ın sürü kişisi özgür bireye dönüştükçe, yeni düzende sermayenin demir ökçesi altında ezilmemek üzere örgütlenir. Birlik, dernek, sendika çatısı altında hak ve ödevlerini tartışırken edindiği özgür savaşım yeteneğini ve bilincini örgütlü eyleme, derken, sınıf savaşımını siyasal düzeyde programlı olarak sürdürebileceği partiye taşır. Özgür birey ve örgütlü insan aynı konumun somut örneğidir. Avrupa’da aydın ve sanatçılarla emekçiler, bu süreç boyunca birbirine yaklaşarak bireyleşti, özgürleşti, bilinçli olarak örgütlendi...

YENİ ORTAÇAĞ'DA DURUM NE
Zola’nın Germinal’inde, Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında oluşumunu çok yalın olarak bulduğumuz emekçi ve aydın bileşkesi, ABD’de McCarthy tarafından acımasız saldırılarla bileşenlerinden ayrıştırılarak örgütlenmenin sendikal ve siyasal ayakları tek ve topal bırakılır. Postmodern bilim, felsefe ve sanat etkinlikleri, onca karmaşık ilişkiler silsilesiyle, bir tek amaca yöneliktir: İnsani bütünlüğü parçalayıp aklın denetiminden çıkarmak, özgürlüğü bir yanılsamaya dönüştürerek toplumsal niteliğinden koparmak, gitgide insanı tarihsiz bırakarak türsel özelliklere geriletilmiş bir içgüdüsel varlığa dönüştürmek... İnsana klan düzeyinde dayatılmış toplumsal ilişkileri yeterli gören Yeni Ortaçağ, toplumsal örgütlenmeyi de burjuvazinin demokratik işleyişinden etnik ve mezhepçi törelere, tarikat intisaplarıyla iç içe geçmiş mafiyöziye devreder.

EMEĞİN KÜLLERİNDEN
Bugün her türlü bilimsel ve teknolojik donanım, felsefe ve sanatın yapılanması bu işleyişe küresel ölçekte boyun eğmiştir. Örgütlülük; içine etnik ve mezhepçi yönelimlerin yuvalandığı, emeği ve demokratik ilkeleri kovduğu mafiyöz ilişkiler ağı anlamına gelmektedir. Yazarlar bunu TYS’de yıllardır çok açık görüyor, yaşıyor. Sanatçılar Girişimi, bu eğilimlerce teslim alınma sürecinde... PEN’in de küresel dayatmalar yüzünden bu ilişkilere tutunmaya çalıştığına tanık olmaktayız.
Buradan elbette bir çıkış var. “Çivi çiviyi söker” sözü doğruysa, mafiyöz ilişkiler ağını deşifre edecek yurtsever siyasal örgütlenmenin kendini yeniden emeğin küllerinden üretip kurma olanağı elbette yaratılmalıdır.