‘Emek yıkılmalıdır’ diyenlere... -(TAMAMI)
Geçtiğimiz günlerde çok satan bir gazetenin çok okunan bir yazarı, Emek sineması üzerine uzunca bir yazı yazarak, neden yıkılması gerektiğine ilişkin görüşlerini sıraladı. Bu yazısında Emek'e ilişkin neler yoktu ki? Binanın çürümüşlüğünden, ilgisizliğine dek her bir şey. Hatta bu sinemanın yıkılmaması için direnen sivil örgütlere de bir gönderme yaparak, madem oranın yaşamasını istiyordunuz da, neden özel gecelerinizi, ödül törenlerinizi orada değil de bir başka yerde yaptınız, deyip, aklınız şimdi mi başınıza geldi gibi bir de sitem ediyordu.
Çok satan gazetenin bu çok okunan yazarına bu konudaki yazdıklarına, hele hele Emek ve onun bulunduğu yapı topluluğunun bir enkaz yığını haline geldiğine hak vermemek de mümkün değildir.
Bir de Emek olgunsa nereden, nasıl baktığımızla ilgili bir hak verme bu. Yazar yalnızca Emek'in son yıllardaki konumundan söz ederek kendisine bir haklılık payı çıkarmış. Ama bunun biraz geçmişine ve de bu tür binaların yazgısına bir baksa, bu haklılığın nerde başlayıp nerede bittiğinin farkına varacak. Belki bilmediğinden, ya da bilip de işine gelmediğinden yalnızca bir noktadan bakmayı uygun görmüş. Ona benzer eleştirileri, daha önce biz de bu sütunlarda dile getirmiş, yalnızca Emek'i değil, bir zamanlar üzerinde kıyametler kopartılan Markiz'i de örnek vermiştik.
Ama klasik deyimle madalyonun öbür yüzü hiç de öyle değil. Emek'in başına gelecekler, ondan önce başına gelen benzer binaların hiç birinden farklı bir seyir izlemiyor. Hepsinde aynı seyir, aynı taktik, aynı uygulama. Bunların tümüne rastlantı demek ise mümkün değil.
Beyoğlu'ndaki değişim-dönüşme uğrayan ve bundan sonra da uğrayacak binalara bir göz atalım. Hepsi yıllar yılı boş duruyor. Bilerek harabe haline getirilip unutturuluyor, sonrasın da yıkılıyor. Bu binaların yazgısı hiç ama hiç değişmiyor. Hep aynı taktikle Beyoğlu'nun giderek İstanbul'u İstanbul yapan güzelim coğrafyasından silinip gidiyor.
Taktik ya da uygulanan yöntem hep aynı: Önce boşalt terk et, uzun bir süre harabe haline gelmesini bekle, unutulduktan sonra da harekete geçip yık.
Örnek mi? O kadar çok ki...Beyoğlu'nun Saray sinemasını ele alalım. 25, bilemediniz 30 yıl Beyoğlu'nun orta yerinde bir ibret abidesi gibi, terk edilmiş bir durumda bırakıldı. Her santimetresi bir değer olan böylesine bir konumdaki binanın 25 yıl harabe haline gelmesi için yapayalnız bırakılmasını neye yormalıyız. Neye yorarsak yoralım, sonuçta bu nedene o binanın unutturulmak istemesini de eklememiz lazım. Gerçekten de öyle oldu. Saray sineması yalnızca kendi yazgısına terk edilmedi, onun ötesinde tüm belleklerden de silindi. Öylesine silindi ki, Saray sineması nerde diye sorsanız, bırakın Beyoğlu'nda, İstanbul'da bile böyle bir sinemanın var olduğunu birkaç sinema meraklısı ile yaşı 60'ın üzerinde olanların dışında bilen bile kalmadı..
Ama Saray bu taktiğin kurbanı olan tek örnek değil. Sonuncusu da olmayacak. İşte eski Majik sineması, sorun yerini acaba kaç kişi bilir. İşte Narmanlı Han, işte D'Aronco'nun en görkemli art nouveau eserlerinden biri olan Merzifonlu'nun Mescidi, Alkazar Sineması, Elhamra, Yeni Melek, Tarlabaşı, vs.. Hepsi ama hepsi benzer yazgıyı taşıyıp bundan sonra da taşımayacaklar mı?
1995 yılından beri yıkılması gündemde olan bir binanın bu haline bile şükretmek gerek.
Birileri, bir de bu açıdan baksa olaya...İstanbul ne güzel olur....