Emek’siz bir festival daha...
Her biri farklı dünyalar sunan filmlerle İstanbul Film Festivali devam ediyor. Ustalar, gençler, yeni keşifler ve de ülkeler birbirinden ilginç ve şaşırtıcı güzellikteki filmleriyle kelimenin tam anlamıyla bir sinema şöleni sunuyorlar. Festival etkinliklerini sunan hangi sinemaya giderseniz gidin, perdeye yansıyanlar sizi düş kırıklığına uğratmıyor, belli ki her biri titizlikle seçilmiş, festival seyircisinin beklentilerini karşılayacak düzeyde ve kalitede filmler.
Filmler denli festival seyircisi de öyle. Her festivalde görmeye alıştığımız deneyimli-yaşlı değil- seyircinin yanında, çoğunluğunu gençler ve de hanımlar oluşturuyor. Bir zamanlar yakındığımız, hatta şikayet ettiğimiz, ama günümüzde, biraz nostaljiden olsa, görmekten hoşnut olduğumuz gişe önündeki kuyruklar ve tükenen biletler festivale bir başka heyecan, bir başka önem katıyor.
Ama ne var ki festivalin büyüklüğüne ve yoğunluğuna sinema salonları pek ayak uyduramıyor, seyirci çoğaldıkça, salonlar yetmiyor, o bilinen devasa salonların önemi bir kat daha artıyor. İşte bu anlarda; o eski, büyük, görkemli salonların önemi bir kez daha anımsanıyor, eksikliklerinin boşluğu bir kez daha duyumsanıyor.
Elbette ki, bir zamanlar -çok değil çok yakın zamanlar- her biri festivale kucak açan, festivalin o güzelim, unutulmaz filmlerini daha anlamlı ve coşkulu yapan Alkazar’dan, Sine-Pop’tan, Lale, Dünya, Fitaş, son anda bu zincire kısa bir süreliğine katılan Rüya’dan ve de Emek’ten söz ediyoruz. Ama ille de Emek.
Gerçekten de, Emek sineması kadar, dünyada, bir festival ruhu ile bu denli örtüşüp özdeşleşen bir sinema yoktur dersek pek abartmış sayılmayız. Emek sineması bir festivalin yalnızca filmlerinin gösterildiği sıradan bir mekanı değil, onun da ötesinde, nice dostların festival nedeniyle fuayesinde buluşup, filmler ve de sinema üzerine konuşup tartıştığı bir sanat-kültür platformu gibiydi. Yalnızca fuayesi mi? Hayır, dahası; o küçük, dar ve salaş denilebilecek, bir ucunda Sine-Pop sinemasın da barındıran sokağı ile de, festivalin heyecanını açık hava taşıyan, festival coşkusunu sinemaya giden gitmeyen her bir kişiye gösteren, kısacası bir kente festivalin geldiğini adeta müjdeleyen bir yerdi.
Ama ille de Emek’in, film izlemeyi bir ayrıcalık haline getiren o görkemli mekanı...Ve bu mekanın içinde nice kuşakların, nice anılarını saklayan geniş rahat koltuklarıyla, nice hüzünleri ve de sevinçleri kıvrımları arasında saklayan devasa borda renkli kadife perdeleri...Bu mekan yalnızca filmlerin izlendiği bir yer değil, dahası, kentli olmanın gururunu okşayan, geçmişin izleyeni ile geleceğin sinemaseverlerini buluşturup, daha sonraki kuşaklara taşıyan, nadide bir mücevher gibi korunması gereken bir kültür mirası, kelimenin tam anlamıyla sinemanın ve de festivalin orta yeriydi.
Evet...İstanbul festivalinde salonlar hınca hınç, ama sokaklar boş... Günümüzün salonlarına ne seyirci, ne anılar, ne de geçmişe duyulan özlem artık sığmıyor.
Biz mi yaşlandık, yoksa kent mi değişti? Bilemiyorum...