Emek’siz bir festival -(TAMAMI)
Ülkemizin en büyük kültür-sanat etkinliklerinden biri olan İstanbul Film Festivali sonlanmak üzere. Her yıl olduğu gibi birbirinden farklı onlarca film düş şatolarının perdelerinden bir bir geçerek her zamanki gibi unutulmaz bir şöleni sundu bizlere. Sürpriz çıkışlar, düş kırıklığı yaratanlar, orta yaştakilere nostaljik, genç sinemaseverlere ise yeni keşifler açan eski-yeni bir çok film, sayısız dünyalar ve de keyifleri estirdi kentimizde.
Her şey güzeldi ama, bir şeyler eksik gibiydi. Sanki bu festivali festival yapan, ya da festivalin o şölenler masasının tam orta yerinde görmeye alıştığımız bir şeyler yok gibiydi. Yokluğu o denli hissedilip aranıyordu ki...
Her halde Emek sinemasından söz ettiğim anlaşılmıştır. Gerçekten de Emek sineması; o zamana meydan okuyan görkemli salonu, bu görkeme bir başka hava katan devasa perdeleri, fuayesindeki garip telaşı, ve hele hele 18.45 seanslarının büyüsü ile sanki festival yüreğinin attığı, tüm güzelliklerinin bir arada sunulup, bir arada yaşatılıp yaşanıldığı, sıradan bir sinemanın da ötesinde adeta bir düş şatosuydu.
Ama Emek sineması yalnızca bunlardan ibaret değildi. Dahası da vardı. Hiçbir sinemada benzerine rastlamayan, daha dış kapısında insanı kucaklayan o unutulmaz konukseverliği. Müdürü Hikmet bey, hemen hemen her konuğunun adını bilir, onunla ayak üstü de olsa sohbet etmekten hiç çekinmezdi. Ya rahmetli İsmet bey. Her konuğu ile ayrı ayrı ilgilenir, sinemanın fuayesindeki o küçük odasında her birine salonda uygun bir yer numarası bulmak için adeta çırpınırdı. Bu sinemayı unutulmaz yapan cumhuriyetle eş düşen yaşı, görkemli salonu, geçmişi ve bu geçmişin içine sindirdiği onca anıyla bu anılara unutulmaz konuk severlilikleriyle ev sahipliğini üstlenen yöneticileriydi. Hangi sinemada bunların tümü değil, yalnızca bir tanesini bulabilirsiniz? İşte Emek onun için yalnızca filmlerin gösterildiği bir salon değil, onun da ötesinde, onca duyguyu geçmişiyle kucaklayıp, o devasa solunun içinde sindirip kendisine tutsak eden bir büyüye sahipti.
Her festivalde onun yokluğu öylesine hissediliyor, öylesine aranıyor ki, bunu festivale gidenlere çok iyi bilir. Onsuz festival, ne denli güçlü bir programa sahip olursa olsun, inanın biraz eksik, biraz buruk dahası biraz mahzun ve sessiz kalıyor. Festivalin tadı, biraz da bu sinemanın fuayesindeki o garip ama sevimli telaştan, sakağındaki kalabalıkların o anlatılmaz heyecanından ve de salonundaki o devasa kadife perdenin ağır ağır kalkıp, bir ritüele dönüştürülen görüntülerinden besleniyor ve bizleri besliyor gibiydi.
Ola ki, Emek sinemasını yıkıp yerine bir başka şeyler yapmak isteyenler, belki Elhamra, Saray, Rüya ya da Lüks, Alkazar gibi, bu sinemanın da zamanla unutulup gideceğini düşünebilirler. Ama çok yanılırlar...Çünkü yalnızca ben değil, bir çok kişi bu sinemayı yaşatmak ve de genç kuşaklara aktarmak için daha şimdiden kitap çalışmalarına başladılar bile. Sanırım Emek sinemasının asıl serüveni ve de mücadelesi de - eğer gerçekleştirme aşamasına konulursa- yıkıldıktan sonra başlayacak ve de aynı inanç ve kararlılıkla sürdürülecektir. Emek sineması yalnızca eşsiz mimarisi, kent coğrafyasındaki ayrıcalıklı yeri ve de geçmişe uzanan değeriyle değil, onlar kadar, hatta onlardan daha da fazla yaşanmışlıkların bir dizi duygularla örüldüğü, o unutulmaz, yıkılmaz, bir daha yaşanması ve yaşatılması olanaksız olan anılarla da önemli bir yer, önemli bir mekandır da ayrıca... Bu vebali göze alanlar, belki istediklerine kavuşabilirler ama, hiçbir zaman, bu kentin belleğinde yer etmiş bir mekanı yok etme, onu hiçe sayıp tüm duyarlılıkları ayaklar altına alma suçlamasından kurtulamazlar. Elbette böylesine bir suçun yasalarda cezai karşılığı yoktur. Ve olamaz da. Ama anıların da, yaşanmışlıkların da, hoyratça, sorumsuzca yok edilen bir kent belleğinin de yazılmamış, ama asla bağışlamayan, affa yer vermeyen bir yasası vardır. Üstelik bu yasada cezalar, ömür boyu değil, kuşaklar boyu kesilir.