En son umutlar ölür

Binlerce canımızı kaybettik, başta Türkiye ve Suriye olmak üzere, hepimizin ve bütün insanlığın başı sağ olsun. Enkaz altındaki canlarımız vicdanlarımıza sesleniyor. Sesler geldikçe duygularımıza hakim olabilmek elde değil. Gözyaşlarımız betonları eritebilse de, bir an evvel elini tutup karanlıktan çıkarabilsem demek, içten geliyor. ‘Var git ölüm bir zamanda yine gel’ dizeleri fani dünyanın eseridir. Sessizliğe gömülen dünyayı ve zifiri karanlığı bir çığlık bozuyor: “Güneş bugün Serhat için doğdu, en son umutlar ölür!” Arama kurtarma kahramanı Hatay’dan, Kahramanmaraş’tan, Adıyaman’dan, Gaziantep’ten, Malatya’dan, Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Osmaniye’den, Adana’dan ve Kilis’ten dünya insanlığına böyle haykırıyor. Kurtaramadığımız canlarımız için, kendimizi asla affetmeyeceğiz.

Türkiye halkı, devleti, ordusu, hükümeti, belediyeleri, siyasi partileri, sivil kuruluşları ve bilim insanları, yüzyılın en büyük depremiyle karşı karşıya. Böylesi boyuttaki felaketle baş edebilmek, ancak en büyük örgütlenme olan devlet mekanizmasıyla mümkündür. Çünkü merkezi otorite üretim, dağıtım ve tüketim sürecinin, kesintisiz işlemesinin güvenliğini sağlamakla sorumludur.
Birçok devlet daha önce karşılaşmadığı olağanüstü doğal afetlere karşı sınav vermekte. Almanya ve Pakistan büyük sel felaketine, ABD dondurucu kar ve kışa ve Avusturalya’nın büyük yangına karşı mücadelesi, ilk akla gelenlerdir. En organizeli devlet, beklenmeyene ve henüz gerçekleşmeyen en kötü senaryoya karşı, hazırlıklı olandır. Depremden sonra acılar biraz olsun hafiflediğinde ve yaralar sarıldıktan sonra, yepyeni bir bakış açısının, stratejinin ve anlayışın ortaya çıkması zorunludur.

BİLİMSEL ÇALIŞMALAR, DEVLET POLİTİKASI HALİNE GELMELİ

İnsanı ve bilimi merkeze alan, düzeltici önleyici faaliyetlere yönelik zorunlu eğitim ve yatırımlar, gündemin en başında olmalı. Bir deprem uzmanının geleceğe yönelik ‘Deprem bakanlığının kurulması, bilim insanlarıyla ortak hareket edilmesi ve 5 yıllık planlama’ gibi önerileri, önemle dikkate alınmalı. Gelenekçi yanlış yapılanma, rantçılık ve kâr odaklı sistem aşılmalı, doğanın kanunlarına uygun yeni tip yapılar, yaşam alanları ve yerleşim bölgeleri bu kapsamda inşa edilmeli. Türkiye’nin mecburiyeti eninde sonunda halkçı-devletçi-kamucu sosyo ekonomik yapıya ilerlemesidir. Yoksa insanı merkezde görmeyen, fakat kârla yatıp kalkan neo liberal bireyci kafa yapısı sürdükçe, binalar öldürmeye devam eder.
Çünkü ‘deprem öldürmüyor bina öldürüyor’ sözünü, herkes dillendiriyor. Ama binaların öldürücü etkisini kim durduracak ve kim önleyecek, bunu kimse sorgulamıyor. Halkımız tabiiki sorumluların yargılanmasını istiyecektir. Savcılar sadece kaçmaya çalışan müteahhitleri değil, ona onayı veren bürokratları ve ucu nereye dokunursa dokunsun tüm sorumluları yakalatıp, yargının önüne getirmeli.
Eski çağların çadırı öldürmüyor, ne yazık ki ‘uygarlığın ve modern çağın’ simgelerinden olan bina, öldürüyor. O halde geleceğin depremlere dayanıklı alternatif yeni barınma projelerine, kafa yormak gerekiyor. Örneğin esnek duvar, darbelere karşı dayanıklı yapılar, köşe ve dik dörtken şekli yerine yuvarlak daire ve ham maddede ‘kenevirin’ değerlendirilmesi ve kullanılmasına yönelik, araştırma geliştirme yapılabilir. Yapay zekâ teknolojisiyle tüm fay hatlarının verileri bir tabanda toplanarak, birgün ‘erken uyarı sistemi’nin icat edilmesi, uzak geleceğe bırakılmamalı. Depremin hangi gün ve saate olacağı ‘önceden hesaplanması mümkün değil’ denilmemeli. Çünkü en büyük global depremi bile ‘önleyebilecek’ iddialı yorumlar var. Mesela uzaydan dünyaya çarpabilecek göktaşını hesaplayıp ve buna karşı savunma sisteminden söz eden bilimsel ve teknolojik çalışmalar varsa, yerin dibinden vuran gücün erkenden tespit edilmesi de bir gün başarılacaktır. Şimdiden bilimsel çalışmalar, devlet politikası haline gelmeli.
Evet bu konular ve bu kapsamda çözülmesi gereken tüm sorunlar hakkında, ulusal çapta daha çok konuşulacaktır.

AYDINLIK’IN 21 YIL ÖNCE KAPAKTAN VERDİ

Diğer yandan Kovid-19 pandemisiyle birlikte, dünya gündemini meşgul eden Dünya Ekonomik Forumu’nun ‘Büyük Sıfırlama’sı ve BM (Birleşmiş Milletler) tarafından devletlerin önüne konulan, 17 maddelik ‘Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni kapsayan yol haritası, depremden bağımsız düşünülemez. ‘Büyük Sıfırlama’ eski analog dünyanın ‘yıkılmasını’ ve yeni dijital dünyanın inşasını öngörüyor. BM’nin yol haritasında madde 9 ve 11’de sürdürülebilir yeni altyapılar ve şehirlere yer veriliyor. The Economist dergisinin bir kapağında ‘dünyanın şantiyeye’ dönüşeceği analizi yapılmıştı. Türkiye canla başla depremle mücadele ederken, dünyada neler oluyor? Bir ülke hariç onlarca devlet, yardım ekipleri ve temel ihtiyaçlar gönderiyor. ABD derin devleti ise bölgeye 2500 askeri personel içeren, savaş gemisi gönderiyor. Türkiye’nin 4. seviye alarmından sonra, NATO Genel Sekreteri ‘müttefikimize destek için ordu mobilize ediyoruz’ açıklamasını yaptı. Ayrıca TSK’nın 3. Ordu güçlerini Suriye ve Irak’ın kuzeyinden, deprem bölgesine çekmeyi çabalayan baskılar da artıyor. ‘Savaş ve işgal’ kaygılarını dile getiren emekli askerler uyarılarda bulunuyor.
Aydınlık’ın 21 yıl önce kapaktan verdiği ‘ABD ordusunun Türkiye’yi işgal tatbikatı’ haberi, o dönem Aydınlık dışında hemen hemen hiç bir medya organının dikkatini çekmemişti. Çünkü 2000’li yılların başında hükümet politikası ve ana akım medya, ABD ile uyum halindeydi. 1 Mart tezkeresini kabul etmeyen ve nihayet önleyen milletvekillerini, bunun dışında tutuyoruz. Gerçeği en zor koşullarda söylemek anlamlıdır. Çünkü gerçek bir odun gibidir, okyanusun en dip noktasına batırılsa bile, günün birinde su üstüne çıkar. Bugün ise her yerde zamanında Aydınlık’ın işaret ettiği işgal tehlikesine, dikkat çekiliyor. Geç de olsa geniş kesimler tarafından fark edilmesi, olumlu ve sağlıklı bir uyanıştır.
Büyük deprem felaketini fırsat bilip ve işgale kalkışan emperyalist güçlere karşı, hedefdeki Türk Ordusu elbette tetbirini alır. Yaklaşık 17 bin asker bütün deprem bölgesinde gece gündüz seferber olmuş durumdayken, silahlı güçlerin büyük bölümü ülkenin batısını ve diğer bölgelerin güvenliğini sağlamakta. İşgal durumunda Kuva-yi Milliye tecrübesiyle donatılan teşkilatçı gelenek, halk-ordu birliğini örgütleyebilecek kapasiteye sahiptir.