Erdoğan’ı bunlar yıkar
Coğrafi keşifleri, buharlı makineleri ve sanayileşmeyi ıskaladığı için Osmanlı Devleti’nin yaşadıklarını tekrar anlatmaya gerek var mı? Günümüzde nitelikli üretim kapasitesine sahip olmayan bir ülkenin hele bizim coğrafyamızda gelecekte ayakta kalma şansı olamaz.
2008 yılındaki krizden sonra batının parasal genişlemesi, gelişmekte olan ülkelere ilkbaharı yaşattı. Ancak bu güzel günler, batılı merkez bankalarının dolaşımdaki parayı geri çekmek için faizleri artırmaya başlaması ile sonbahara dönmeye başlarken, Türkiye yaşadığı siyasi ve jeopolitik risklerin de tesiriyle ekonomik kışa girdi.
Hükümetin kredi musluklarını açmasıyla tüketim ve buna bağlı büyümenin artması, bizi ekonomik kıştan çıkartıyor gibi görünse de, ülke ekonomisinde kalıcı bir iyileşme için bu önlemlerin yeterli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu noktada Uluslararası Finans Enstitüsü'nün rakamlarına bakmamız gerek. Zira 2016'nın ilk çeyreğinden bu yana döviz borcunun milli gelire oranında en fazla artış yaşayan ülke Türkiye oldu. Türkiye'de bu oran belirtilen dönemde yüzde 7'ye yakın artış kaydetti. Hazinenin uluslararası piyasalardan sağladığı finansman ise 7,4 milyar dolara çıkarak, 2017 için belirlenen 6 milyar dolarlık hedefi aştı.
Bu rakamlarla belirtmek istediğimiz konu şu: Ekonomiyi tekrar yüzdürmek için yapılan hamlenin maliyeti, yıllardır övünülen mali disiplinin aşınmaya başlaması olacak. Ama esas sorun bu da değil!
DİĞER ŞOKTA NE OLACAK?
Türkiye’nin yaşadığı darbe süreci, meskun mahal savaşları, Fırat Kalkanı harekatı, bütün bunlar benim diyen bir ülkenin altından kalkacağı işler değildi. Şimdi, bahsettiğimiz olumsuz gelişmelerden etkilenen ekonominin büyümeye devam etmesi için, artık yapısal reformları konuşmanın zamanı gelmedi mi?
Üzülerek görüyoruz ki, Türk ekonomisini sınıf atlatacak eğitim ve ekonomi reformlarını devreye almak yerine, sorunların çözümü için günübirlik politikalarda ısrar ediliyor. Bunun en tipik örneğini geçtiğimiz günlerde tarım ve hayvancılık ürünleri için indirilen gümrük vergilerinde gördük. Bir türlü düşmek bilmeyen enflasyonun ana sebeplerinden biri olan gıda fiyatlarını dizginlemek için, ithalata sarılmak, kanayan yaraya pansuman yapmaktan öteye gidebilir mi?
Başkalarının bizim için ürettiği buğdayı, motoru, eti, telefonu, bilgisayarı tüketerek kalıcı refah artışını sağlamak mümkün olabilir mi? Elbette ki kocaman bir hayır!
TÜRKİYE BU COĞRAFYADA BAŞI DİK OLMAK ZORUNDADIR
Türkiye’yi Osmanlı Devleti’nin yaşadığı olumsuz durumlara düşmekten alıkoyacak üç etken mevcuttur. Birincisi, reforma ihtiyaç duysa bile, henüz laik köklerini yitirmemiş bir eğitim sistemine sahip olmasıdır. İkincisi, elinden geldiği kadar ithalatı ikame etmeye çalışan imalat sanayisinin varlığıdır. Üçüncüsü ise, batının dayatmaları karşısında, Türk devletinin doğuda mevcut güçlü ittifak seçeneklerinin bulunmasıdır.
Türkiye’nin bu üç avantajını kullanmak ve etkinleştirmek için gerekeni yapmakta gecikmesi mevcut siyasi iktidarın bindiği dalı kesmesinden farklı değildir. Türkiye, mevcut dış siyasi ve ekonomik denklemini değiştirmek zorundadır. Mevcut denklemin bizi getirdiği nokta, yıllık kişi başı 9 bin dolar geliri olan son derece kırılgan bir ekonomi ve emperyalist taşeronların yarattığı güvenlik riskleridir.
Devam eden düzen ile gelecekte dışarıdan gelecek askeri ve ekonomik saldırıları karşılama gücümüz her geçen gün azalmaktadır.
TEK ÇIKIŞ YOLU
Millet artık türban ve mescit tartışmaya doymuştur, 2019 yılı geldiğinde, ülkeyi bölecek değil birleştirecek, yerinde sayacak değil, ilerletecek bir başkana yetki verecektir…
Erdoğan ekonomiyi tüketim odaklı olmaktan çıkarmak için, sektör sektör yapılmış dev bir reform programı ile tüm yurda heyecan vermezse,
Laik, bilim bazlı dünya görüşü ile donanmış, dünyadaki örnekleriyle rekabet edebilecek yaratıcı gençler oluşturmak için bir milli eğitim planı hazırlamazsa,
Suriye, Irak ve İran’ın toprak bütünlüğünün ana prensibi olan bir dış politikada, yüzü hem doğuya hem de batıya dönük bir siyaset izlemezse iktidarı sallanacaktır.