Ergin Günçe vardı

İnsan Gencölmek diye kitap yazar, ne garip, gencecikken ölür sonra. Hem de nasıl? Paris’ten dönerken, Ankara Esenboğa Havalimanı’nda, uçak kazasında, onlarca kişiyle birlikte. Bu iş acı ama böyle işte; bazı insanlar, yazarlar sonunda ünlü, şöhret, çok satan ve benzeri sıfatlara değil, sonunda hayatın kendisine, yazıya, satırlara, kalem kâğıda dönüşür. Yazdığı şey olur sonunda bazı insanlar. “Kendi yerimde olsam çıkar sokağı dolaşırım / Yeni yağmış karların acı sıcaklığında / Hippi olmam, günlerim sayılıdır / Ne de olsa kimlik kâğıdımda / “Bir yaz ölümüne hazırlan!” Keşke o yıllarda olsak, keşke Yeni A dergisi çıksa yine, yeni yazısı yayınlansa misal, Pi sayısı üzerine. Kalbi göller bölgesindeydi Günçe’nin. Güleçti çocuk gibi. Hep güzel suçlar işledi. Derin sandıklardan arada çıkarıp okşarım şiirlerini...

Kim peki bu Ergin Günçe? Önce şunu diyeyim. Yüzü bir kedidir boş zamanlarında, öyle demiştir şiirlerinin birinde. Kalbinde kuş kadar bir köpek havlarmış; Kafkas haritasından inmiş Çerkes köylerine. Türkiye kadar bir çiçekti. Ne garip değil mi: Bugün Türk şiirinde Türkiye geçmiyor bile? Cemal Süreya onun için “bir savaşçı gibi değil de bütün hesaplarını vermiş eski bir uygarlık gibi konuşmakta” diye yazıyor. Edebiyatın biraz da savaşmak, hesaplaşmak, yangınlar çıkarmak olduğunu söylerken yanılmamışım demek.

Lise bitince Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girer. Derken ODTÜ İdari Bilimler’de asistan. Bir seminer salonunun adı olarak durur mu halen ODTÜ’de? Gencölmek yayımlanır derken, yıl 1964. Şu vefasız edebiyat dünyamızın bilerek, belki de farkında olmadan en çok sildiği evladı Günçe. Politiktir ama kızıl şafak, güvercin, zeytin dalı düzeyi değildir onunki. İronisi hep at başı gider hüzünle, oynanmamış ganyan biletleri gibi, pazar günleri taşra bakkalları gibi, yeleği köstekli saatli amcalar kasaba kahvelerinde gibi. Ölümle yan yana çocukluğun şiiri. Yaz akşamları mesela, terzi çırakları, sanayi siteleri denebilir. Eskiden sevdiği kızlar çiçeği... Bazı kelimelerin ilk harflerini büyük yazdı hep Günçe. Okuyana göre değişti şiirleri, penceresi genişti, rüzgârı da öyle… “Babam atıldı öğretmenlikten / Annem de çok uzun hastalandı / Gül berberi Salih Divanyolu'nda ustamdı / Yeşil hoca tek başına bir tarikattı ve oraya gelirdi fal baktırmaya / Ramazan yaza rastladı...”

Asılırken gülse de o çocuk öyle gülmemeli diye yazabildi. Kendinden boşan bence demişti kendisine bir şiirinde. Boşandı tek celsede... Yaşadığı gibi yazdı. Yazdığı gibi yaşadı o halde. Şiire onlu yaşlarının sonunda başladı Günçe. 1957’de bir akşamüstü. Cemal Süreya ile Sezai Karakoç, Beşiktaş’taki Veraset ve İntikal Vergi Dairesi’ni teftiş etmekte; şimdiki Deniz Müzesi. Onlara ayrılmış olan odanın önündeydi Günçe. Çaldı kapıyı, girdi içeri. On dokuz yaşında, öğrenci; İstanbul Erkek Lisesi’nde. Şiir yazdığını ve tanışmak istediğini söyledi çekinerek. Artık yan yanadırlar. 1961’de, O nefis Papirüs’ün ilk dört sayısında da Cemal Süreya’nın çırağıydı. Hatta Karakoç, bu çocuğun Papirüs’ün ikinci sayısında yayımlanan Mandolin şiirini okuduğunda “kırık bir Verlaine var bu çocukta” diyecekti. “Suratı çilli günler, gölgesi uzun günler / İşte bir bağ bozumu, işte bir çıngıl üzüm / Gökyüzüne yaslanıp saatimi kuruyorum / Kimsecikler duymasın bir tanrı bulduğumu...”

Kimse anlatmıyor okulda çocuklara faşizmi. O yüzden belki de çokları, kendilerine uymayan fikirlere sahip kişilere faşist diyor bugün. Bak nedir faşizm, anlatsın şiir: “Üvey ana, yarı güleç öksüze / Sabunlu eliyle tokadı yapıştırır / Henüz yaslıdır çocuk henüz dayanıksızdır / Yıldırmaktır amaç esir etmektir / Çocuk faşizmi yanağında tanır // Onlar niçin böyle çirkin olurlar / Bir tek güzel faşist yaşamamıştır.” 12 Mart ve derken FKF. Günçe, dostlarının yanındadır. “Oğul, bu günler kan lekeleri / Ölen arkadaşları kimse unutturamaz / Kimse, hiç bir şeyi unutturamaz / Ve avutmaz çinileyen güzel gün bizi! / Bir ağaç gibi buradayız ve işte konuşuyoruz...”

1979’da yazılmış, şairden artakalanların arasında bulunmuş, Nisan 1999’da Adam Sanat’ta yayımlanmış şiir: “Sabahları 50 simitten 50 kuruş kazanıyordum / Cam para karşılığı köfte yapıyorduk / bir konak yandı / Bunların hiçbirine üzülmem bile / Ablamlar Edirne’den döndüler / Babam yeniden öğretmenliğe alındı / Amasya’ya gittik iki denk, dört tahta bavul / Haydarpaşa’dan üç gün / 1948 yazını hep anarım // Herhalde başka bir amacımız vardı / Yoksa ben niçin o kadar yoksul olayım / Ve niçin ağlayayım durup dururken.” Demek böyle geçmiş o kanatlı gençliği. Mısra arasında uçar gibi. Tuhaf adam Günçe, boş tabanca gibi, tutukluk yapar arada bir de... Bizim Boris Vian’ımız. Caz çiçeğimiz, ince yerimiz, tahta masalarımız, gecesefalarımız yorgun arka bahçede.

Kaybolduğumuz sokakta aniden karşımıza çıkan dost. Kırmızı fenerdi, hayli dokunaklı. Islak toprakta büyüyen çiçek. Şiirini yazmıştı, Taylan Özgür öldürüldüğünde. 12 Mart yaklaşırken Füsun Akatlı, William J. Poweroy’un Gerilla Savaşı ve Marxizm’ini çevirir. Kitabı Zülfü Livaneli’nin Ekim Yayınları basar. Akatlı hamiledir, tehlikeli iş yapmamak adına kitaba çevirmen olarak eşinin, can şair, cam şair Metin Altıok’un adını yazar. Çeviride Akatlı’ya yardım eden diğer kişi, kitapta Hasan Dadal olarak gördüğümüz Ergin Günçe’dir. Bizim Boris Vian dedim, biraz da Dadaloğlu’nun emmioğlu uzaktan.

“- Oğlum Ergin! / - Buyur usta! / - Korkma sakın! / - Yok usta! / - Bak şu yana! / - Baktım usta! / - Yaz geliyor...”