Eskiden, bazı sabahlar

Bir devirdi bu da... Sabahın körü bakkala gider, iki yüz gram zeytin, ucuz peynir seçer, küçük kutuda çilek reçelimi de alır, eve dönüp ekmek kızartırdım. Ziyafetime radyodan Neşe Karaböcek eşlik eder (oysa Vedat Çetinkaya’dan severim) Sizden Biri’ni söylerdi (Erol Sayan’ın bestesi); kaloriferler tıkırdar, ısınırdı ev. Kalbimse buz tutmuştu çoktan. Derken kitaplıktan üç beş şiir kitabı seçer; karnı tok, sırtı pek (ne kadar tok, nasıl pekse işte, dert miydi; bugün de değil) keyif çayımı şairlerle içerdim, kahvemi pişirirken tümden şiirin yurdundaydım. Mutluluk düğüm olur, otururdu boğazıma. Dizeler avuturdu.
Pir Sultan Abdal işte, bak: “Önüme bir çığır geldi / Bir ucu var şar içinde / Abdallar dükkânın açmış / Ne istersen var içinde...” Ürperirdim bu güzelliğin önünde, büyü gibiydi; büyüyle yaşamak isterdim. İnsan büyüdükçe silinen büyü; onsuz edemezdim. Küçüktü sözlüğüm, bazı kelimeleri anlamasam da olurdu. Mesela ikinci dizedeki şar neydi, bilemezdim; çarpıyorsa yeterdi, gizli uyumlara vurgundum. Hani var ya, Cansever, “bu uyum korkunçtur Yakup” der, öyle. Zaten ben de Çağrılmayan Yakup’tum kendimce. Hâlâ da çağırmaz kimse. Çağırsalar gider miyim! Necatigil Dönme Dolap’tan konuşurdu: “Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede / Nasıl çekip gideceğim kalk git dediklerinde / Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele / Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan / Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken / Zaten ben geldiğimde.”
Şar’ın halk şiirinde şehir kelimesinin galatı olduğunu sonradan öğrendim. Attilâ İlhan, galatın yanlış demek olduğunu “bu şehrin en büyük yanlışı Galata Kulesi” derken biliyordu herhalde. Kaptan’ın şiirlerini sevmeyen Ümit Yaşar’ın oğlunun o kuleden atlayıp intihar edişiyse çok acıydı. Zaten güzel olup acı olmayan kaç şey vardı!
Kelimelere bakardım. Ötesi boş. Kusursuzluktan güzeldi benim için kusur; gençtim. Baronlar değil, büyücülerdi sevdiğim; uşaklar değil, arkadaşlar! İmalatçılar değil, acısı yüzünün çizgilerinde gezinen derviş sanatçılar, mesela Baudelaire... Üç harflilerle işim olmasa da hiç, üç isimli yazarları severdim, o üçlü beyefendilik; mesela Refik Halid Karay ya da Halid Ziya Uşaklıgil. İsmin Halit değil, Halid olmasında zaman ve tozlu kuru güller bulur, sevinirdim. Turgut Uyar demişti ya: Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır diye, öyle.
Peki, sevdiğine şunları diyebilen Gevherî’yi ne yapacaktım: “Gevherî yarının gülleri aktır / Var yürü yüzüne perdeler döktür / Bilemem sevdiğim akranım yoktur / Zülfüne dokunan yeller övünsün.” Bak: Yürüyüp yüzüne perdeler döktür, demiyor; var yürü yüzüne perdeler döktür diyor, buydu işte.
Adını dizelere saklayan şairler vardı sonra. Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer var, bilirsin. Bu mısra (dize değil, mısra artık), şairinin adını öğrenince sundu sırrını: Hayalî. 16 yüzyıl ustalarından Hayalî. Kırklarelili; ince Trakyalı. Divan Edebiyatı’nın, etliye sütlüye karışmayan, boyun eğmiş şairlerin, gül bülbül muhabbeti olduğu söylenir; Hayalî ile birlikte dikbaşlı Usulî ve Hayretî hiç de uslu adamlar değildi oysa.
“Ne Süleyman’a esiriz, ne Selim’in kuluyuz” gazeliyle ünlü Hayretî, İslam’ı heteredoks eğilimleriyle yaşadığı için Fuad Köprülü tarafından “çağının bozuk akideli” şairlerinden gösterilir. Köprülü, kim bilir üstadın şu beytini görse ne derdi: “Bîvefâdur kahbe dünyâ gibi bunlar, bunlara / Kulluk eyleyen gidilerün perestârın si...” Fena halde kalaylayan bir şiirdir. Perestar, hizmetçi, kul demek.
Bir Hayretî daha: “Oda yanarsa cihan mülki ne gam ey Hayretî / Yanacak çün bir kilimin yok dahi emlakde.” Usulî’ye de selam etmeli: “Cihanın mülkü malın hiçe sayar / Vücudu şehrine sultan olanlar...”
Bunlardı beni eğleyen. Koca dünyada bir kilimi bile olmayan adamlar. Bir de türküler: “Mamoş ninni, mamoş ninni / Bilinmez kim kime kinli.” İşte başka edalar, tertemiz duyuşlar. İlk dizenin saflığı, çocuksuluğu yanında ikincideki saklı devrim için ne söylenir? Yaşadığımız günleri özetlemiyor mu?
İşte on beş yıl evvel, 2004. Sanki Yarın Nisan’ı yazıyordum, kıştı. Kızarmış ekmek, zeytin, peynir, ucuz çilek reçeli. Yapayalnızdım. Pencere kenarındaydı masam, arada bahçeye bakardım yazdıklarımı okurken. Soğuk gelirdi camdan, olsun, ne gam. Bir sabah, hikâye bitmiş, karşıdaki ağacı izliyorum. Dalların üzerine, yukarıdan, kim bilir hangi apartman, hangi kattan bir yorgan düşüverdi. O kış boyunca kimse almadı o yorganı oradan. Neden? Kar yağdı üstüne delice, tutundu hınzır, düşmedi dalından. Yorganlı ağaç, kollarını açmış bir hayalete döndü zamanla sabah seherlerinde. Kalkar bakardım. İsim takmıştım ona Reşat Nuri Bey (üçlü) diye. Sadece Reşat denebilir mi onca görkemli şeye. Bana doğru yürüyecek sanırdım nedense.
Kalorifer sabaha karşı yanmaya başladığı vakit açardım gözümü. Odamın soğuğunu duyardım. Yeni taşındığım semte alışmaya çalışırdım. Altıya, altı buçuğa kadar oyalanır, Kadıköy’deki bitpazarından aldığım hem yazı hem yemek masama geçer, hayata, edebiyata çalışırdım. Yine de mutlulukla ilgisi yoktu. Sadece bir şeyleri yeniden kurabileceğime dair umudum vardı. Reşat Nuri Bey bana, ben ona şiir söylerdim. Benimki Sait Faik’tendi: “Yapayalnız kaldığım kasım akşamları / Buruşuk manton, dağınık saçların, / mürekkepli ağzın ve hemşire çehrenle / Ayaklarını bir sandalyeye dayayıp / Bana iki satır bir şey söyleyeceksin, / Bugün ne yaptın, çalıştın mı? / İstersen sonra kalkar, gezmeye gidersin / Bensiz, / Sen bilirsin...”
Böyle...