Etnik milliyetçiliğin demokrasi iddiası

12 Mart 1971 darbesiyle beklemedikleri bir yenilgi alan bazı sol gruplar, faturayı “devlet”e çıkardılar. Böylece Atatürk önderliğinde kurulan ulus-devlet ve onunla bağlantılı milletleşme, milli kimlik, Kemalizm türünden kavram ve süreçler solun bir kesiminin daha soldan bakabilmek adına etkisinden kurtulduğu kavramlara dönüştü. Yenilgi psikolojisi, daha sağlıklı bakma görüntüsü altında, nesnel süreçlerin öznel hınç ile değerlendirildiği bir sapmaya kapı araladı. O yıllarda bahsettiğimiz atmosfer içinde, Kürt milliyetçiliğinin etnik ayrımcılığı, milli devletin ve milletleşme süreçlerinin etnisist reddiyesine solculuk adına bir sorgulama yapılıyormuş havası verebildi.

Cumhuriyet Türkiye’sinde, siyaset cumhuriyetçi bir temelde kurduğundan tek tek yurttaşların siyasal ideolojiler üzerinden katılma gerçekleştirmeleri beklenmişti. Cumhuriyetçiliğin bu tavrı bugün de doğrudur. Millet bileşimi içindeki etnik grupların korumak istedikleri kültürel özelliklerinin zorla asimile edilmesine karşı olmak, ama bir yandan da milletleşme süreci içinde birlikte yaşamayı savunmak başka bir şeydir, toplumu etnik grupların yan yana dizilmiş konfederasyonu olarak tahayyül etmek başka bir şey. Türkiye’de Kürt etnik milliyetçiliği, 1970’lerde sosyalist solun etkili olduğu koşullarda, ikinci eğilimini, solculuk iddiasının altında gizlemekteydi. O günlerden kalan folklorik bir gelenek olarak, günümüzde de etnik ayrılıkçılık, kendisini sol kimlik içinde tarif etmeyi sürdürüyor.

Türkiye sosyalist hareketi daha 1970’lerin başında etnik temelde ayrışmıştı. Bazı örgütler Kürt kökenli olmalarını yeter-şart sayarak etnik ve bölgesel temelde örgütlenme ve kendilerini “Türk solu” olarak niteledikleri kesimlerden ayrı tutma eğilimine girmişlerdi. Bu eğilim, kendi ideolojik varlığını haklılaştırma çabasını, sosyalist grupların 12 Mart yenilgisini takip eden özeleştiri sürecine eklemledi. Böylece devlet, milli kimlik, milli devlet, Kemalizm vb. kavramların etnik yorumlanmasına dönüştürüldü. Artık Marksist literatürdeki emperyalizm, etnik gözlüklerle bakılınca “Türk devletinin Kürdistan üzerindeki emperyalizmi” biçimini alıyordu. Düşman “emperyalist T.C.” olunca, düşmanın düşmanı olan büyük emperyalist güçler, dost olarak görülüyordu. O saatten sonra, solculuk iddiası altında emperyalist işbirlikçiliğine giden bir ideolojik hat döşenmiş oldu.

Kürt kimlik siyasetinin Türkiye’deki en önemli ideologlarının başında gelen İsmail Beşikçi’nin çalışmaları, Kürtler karşısında sınıfsal ayrım gözetmeksizin bütün Türkleri “emperyalist” ilan eden ve ABD emperyalizmini görmezden gelen bir toptancılık içerir. Beşikçi’ye göre, Kürdistan dört emperyalist ülke (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında paylaşılmış devletlerarası bir sömürgedir. Hatta sömürge bile değildir. Kimliksizleştirilmiş bir ulustur. Tarihte Kürtlere bir devlet kurmayı öngördüğü için Sevr Anlaşması ilerici, Lozan türünden anlaşmalar ise gerici konumdadır. Çünkü Lozan, emperyalist Türkiye’nin Kürtler üzerindeki sömürüsünü meşrulaştırmıştır. İsmail Beşikçi’nin Kürtlüğe bakışı, etnik aidiyet düzeyindedir. Kürt kökenli olan ama Türk olduğunu söyleyen ya da Kürtlüğünü birincil kimlik olarak sunmayan kimseleri “hain” olarak değerlendirir. Kürt asıllı Türkler ona göre köleleşmişlerdir.

Beşikçi’nin tezlerinde görüldüğü üzere kimlik siyasetinde hareket noktası bireyin etnik kimliğine sabitlenmesidir. Bir sosyolog olmasına rağmen Beşikçi, insanlığın kadim toplumsal özlemi olan bir arada yaşama yollarını, etnik hakların savunusu gibi sol bir perde altında dinamitlemektedir. Bu noktada kuram, pratikten çıkmamakta, aksine önce kimlik-merkezli insan kuramı icat edilmekte, ardından kitabi olan bilgiye uygun bir “gerçek” imal edilmektedir. Bu tarz yaklaşımlarda kitaba uymayan gerçekler ise ya görmezden gelinir ya da bir komplo döngüsü içinde algılanır. Örneğin geçen günlerde bir gencin Kürtçe şarkı dinlediği için öldürüldüğü söylendi. Olayın aslında öyle olmadığı ortaya çıktığında, kimlik siyaseti savunucuları arasında, faşizm, ırkçılık, ötekileştirme çığlıkları atanlar arasında özeleştiri veren, özür dileyen, nerede yanlış yaptığını sorgulayan kimseyi duydunuz mu? Aksine HDP’nin yaptığı açıklama, olay öyle değilse bile yine de bir şeyler olmuştur mealindeydi. Yani kısa süre öncesine kadar alay ettikleri rakiplerinin garabet argümanlarından daha ötesini üretemediler. Açıkça görüldüğü üzere, etnik örgütlenme, özgürleşmeye değil, etnik taassuba yol açmaktadır. Nitekim “solcu” PKK’nın etnik temelde örgütlenmesi, silahlı mücadeleyi bir etnik grup adına yapması, kaçınılmaz olarak silahın hedefine “düşman” olarak diğer etnik grubun konmasına neden oluyor. PKK’nın sadece Türk olduğu için katlettiği öğretmenler, köylüler ve sıradan insanlar bu etnik taassubun kurbanlarıdırlar.

Kimlik siyaseti yaklaşımının ne demokratik ne özgürleştirici ne de sol niteliği yoktur. Buna rağmen PKK bağlantıları yargı kararıyla sabit görülmüş HDP’lilerin milletvekilliklerinin düşürülmesi karşısında demokrasi, özgürlükler ve sol tutum adına yapılan savunular, 12 Mart yenilgi psikolojisinin kimilerinde karakter halini almış olduğuna işaret ediyor olabilir mi?