Fatih Sultan Mehmet ve Troia

Yıllar önce, Troia belgeselinin çekimleri için Berlin’e gitmiş ve bu konuda bir çok uzmanla konuşma olanağını yakalamıştık. Çekim sırasında konuştuğumuz uzmanlardan biri de, dünyanın dört bir yanına dağılan Troia hazinelerinin peşinde yıllarını harcadığından dolayı Almanya’nın Indiana Jones’i olarak bilinen deneyimli bir bilim adamıydı. Söyleşimiz sırasında, her ülkenin sahip çıktığı bu hazinelerin aslında kime ait olması gerektiğini sormuştum. O da hiç düşünmeye gereksinim duymadan,

-Kime ait olacak, elbette ki bize ait, demişti.

19. yy ikinci yarısında yaptığı kazılardan daha çok ardında bıraktığı tahribatla arkeoloji tarihine geçen Heinrich Schliemann’ın, bir kısmını yasal yollardan, bir diğer kısmını ise yasa dışı yollardan -yoksa çalarak mı demeliyim- yurtdışına götürdüğü esrelerin neredeyse yüz yıla aşkın dünyaya müzelerindeki akıl almaz serüvenini yineleyecek değilim. Bu serüven sırasında başta Rusya, ABD, Yunanistan, Almanya ve diğerlerinin “benim” diyerek “sahip çıktığı” ve peşini bırakmadığı bu eserler karşısında herhalde hangi ülkenin sessiz kaldığını söylemeye gerek yok sanırım.

New- York Times’in bir yazarı dünyanın dört bir yanına dağılmış olan bu eserlerin bundan sonraki serüveninin ne olacağına ilişkin kaleme aldığı yazısında “Bu eserler yüzünden ülkeler arasında öyle bir savaş çıkacak ki, Troia surları önünde Akhilleus ile Hektorun arasındaki kavga, onların yanında bir piknik eğlencesi gibi kalacaktır” diye yazmıştı…

Bu eserlerin kime ait olduğu kavgası bugün de bitmiş değil… Bizim dışımızda herkes yalnızca onların kendilerine ait olduğunu iddia etmiyor, dahası, sanki “size ne” “tabii ki bizim” dercesine kafa da tutabiliyorlar….

Oysaki tarihi eserler konusunda uluslararası yapılan tüm anlaşmalarda tarihi eserlerin bulundukları yerlere ait olduğu belirtilmiş ve tüm ülkelerin bu konu üzerinde büyük bir hassasiyet göstermeleri istenmiştir. Ama bu gösterilmeyen hassasiyet yüzünden bizden kaçırılıp da geri verilmeyen eserlerin sayısı hiç de azımsanmayacak boyutlardadır. Bunu anlamak için yalnızca British, Pergamon ya da Louvre müzelerinden birini bile gezmek yeter.

Gelim Fatih Sultan Mehmet’e… Anadolulu ozan Homeros’ un Batı’da İncil’den sonra en çok okunan eserler arasında yer alan İlyada ile Odisseus’u orijinalinden okuyan Fatih’in , İstanbul’u fethettikten sonra ardından Çanakkale’ye gitmesi hiç de boşuna değildi. Çünkü o dönemin dünyasına söyleyeceği bir sözü vardı. Ve oraya giderek de söyledi…

Çanakkale Savaşı ise rövanşı almak isteyenlerin bir başka yenilgisiydi….

İstanbul işgal kuvvetlerinden temizlendikten sonra Mustafa Kemal Atatürk de Fatih’ten yıllar, yıllar sonra yine aynı kentte gitti. Çünkü onun da söyleyecek bir sözü vardı. O da söyledi.

Tarihin tanık olduğu bu iki rövanş gösterisinden sonra Batı’nın yaptığı tek işe; Mondros Ateşkes Antlaşması’nı Yunanistan’ın Limni Adası’da demirli, Agamemnon zırhlısında imzalatmak oldu.

Sözün kısası Troia da, onun onca ülkeye dağılan eserleri de bizimdir. Dileriz ki, “bizim olanı” bizdeyken “bizim yapan” zihniyet; bizim olup da “dışarda” olanı da “bizim yaparak” sahip olduğumuz coğrafyayı zenginleştirir. Çünkü büyük devlet olmanın yolu kimi değerli tarihi yapıların kapılarına asılan “müze” ya da “cami” levhalarının yerlerini değiştirmekle değil, onun da yanında -ya da ötesinde- Anadolu’dan yağmalanarak tüm dünyaya kaçırılan tarihi eserleri de geri alma kararlığını göstererek, kapısında “MÜZE” yazan yerlerin içine koyabilmektir.

Çünkü müzeler de içinde kendi geçmişine ilişkin değerleri barındırdıkları için, sanatın ve de kültürün saygı duyulacak birer ibadet mekanlarıdır.