Fikir ihraç etsek ticaret açığımız kapanır

Türk insanının bir özelliği var. Sanki hepimiz anamızdan bilgiç doğuyoruz. Bilmediğimiz şey yoktur. İnsanın suratına bir bakalım geleceğini bile saptarız! Politikayı, politikacılardan, hukuku, hukukçulardan, mimariyi mimardan daha iyi biliriz. Peki bu durumumuz nereden kaynaklanıyor. Sanırım kalıtımdan değildir. Toplumsal bir hastalıktır. Sık sık ticaret açığından yakındığımız bu günlerde acaba diğer ülkelere akıl fikir satsak bu açığı kapatabilir miyiz? Pek teferruata girmek istemiyorum.

Sporumuzdan güncel bir örnek vermek biraz olsun durumu açıklar. Hepimizin bildiği gibi Fenerbahçe'nin genç takımdan yetiştirdiği Salih Uçan diye bir futbolcumuz var. Futbolda gerçekten yetenekli bir çocuk. Ama bir türlü profesyonel A takımında yer alamadı. Bence bu Salih'in defosu değil, onu bir türlü takıma koymaya cesareti olmayan teknik direktörün hatasıdır. Aslında teknik direktör de ne yapsın? Fenerbahçe yukarıdan idare ediliyor. Oradan emir almayınca bir şey yapamaz bu doğru. Ama başka bir doğru daha var mesleki fikirlerinde özgürlüğü olmayan kimse iyi bir teknik direktör olamaz.

Futbol eleştirmenlerine göre; Salih Uçan'ın gücü kuvveti yokmuş. Hatta daha ilerisi onu ABD'ye gönderip, kondisyon çalışması yaptırılmalıymış. Ya böyle şey mi olur? Her yerde okka 450 gr'dır. Spor sağlığı açısından ileri teknoloji Türkiye'de de var. Böyle bir teklif aptalca değil de nedir? Böyle bir durumda ister istemez eskiden bahsediyoruz. Eski kuşağın futbolcuları gerek beslenme gerekse sağlık açısından ilkel dönemleri yaşıyordu. Çoğumuz, ekmek arasına peynir ya da kıkırdak koyarak futbol hayatımızı sürdürüyorduk. Ama 15 yıllık futbol hayatımda hiçbir sakatlığım olmadı. Yalnız benim değil, diğer arkadaşlarım da öyleydi. Daha önce de yazmıştım bir kez Ankara'da oynayacağımız maçtan önce masaj yaptırdım ve bu masaj nedeni ile topa doğru dürüst vuramadığım için takımda hiç bir şey yapamamıştım. Neyime gerekmiş benim masaj?

Bir futbolcunun bir kadeh içki içmesini veya bir lüks otelin lobisinde bir kız arkadaşı ile birlikte görümesini yadırgayıp, o futbolcunun gece hayatı var diye yazılır. Oysa bizim oynadığımız yıllarda soğuk havalarda İngiliz antrenör, devre arasında bir kadeh konyak verirdi. Bu olay şimdi olsa antrenör ve futbolcuların katli vacip olur. Böyle abartılar olabileceği kadar çoktur. Niye bir türlü Avrupa'nın hızına ayak uyduramıyoruz? Neden bir türlü AB kapısından içeri giremiyoruz? Neden dışlanıyoruz? Saygıdeğer bir devlet olamıyoruz? Neden bizi kulak arkası ediyorlar? Oto kritik yapmamız gerekiyor. Bu dinden mi kaynaklanıyor? Saçma sapan iddialar. Önce biz kendimiz için otokritik yapmalıyız sonra dünyadaki kervana katılmaya çalışmalıyız.

ROMANTİK TEKMECİLER

Bizim kuşak futbolcuları gerek beslenme gerekse sağlık açısından ilkeldi. Çoğumuz varoş çocukları idik. İçimizde burjuva ayakları basanlar çok azdı. Zaten onlardan da pek futbolcu çıkmazdı. O yıllar maçlarda, gerek doğa şartları ile, gerekse sahadaki futbol rekabeti büyük heyecan verirdi. Ayağımıza giydiğimiz çivili top ayakkabıları bile sanki rakibimizdi. Ama kolay değildi o yıllarda büyük takımlarda oynamak. Çıt kırıldım futbolculara yer yoktu. Rakip takımların oyuncuları içinde bazı bizim değerlendirdiğimiz romantik kasaplar vardı. Bunlar, sahada hiç kimseyi dinlemez, babasına bile tekme atardı. Hatırladıklarım arasında; Fenerbahçe'den Kasap Halil, Boncuk Ömer, Taka Naci sonra Nezihi, Bahtiyar, Galatasaray'da Majino hattı diye isimlendiren Faruk, Adnan, Beşiktaş'ta Ömer, Yavuz, Çaçi, Hristo, Bursa'da Büyük İsmet, Cemal Uskez, İstanbulspor'da Saim ve Sefer, Ankara Demirspor'dan Arap Kadri, Arap Cemal, Vefa'da Cabbar, Ördek Mustafa, Talha... Emin olun bu futbolcular karşısında oynamak, Vietnam'da savaşmak kadar zordu.

Bizler, bu atmosferde tabiri caizse savaştık ve içimizden dünya çapında futbolcular çıktı. Sanayileşmiş ülkelerin takımlarına transfer olarak o takımlarda oynadılar.

O yılları görmeyenler, ya da bilmeyenler, bizim masal anlattığımızı zannediyorlar. İşte yanılgı buradan başlıyor. Şimdikiler ise sanki bir lale devri yaşıyorlar. Şikayet etmeye pek hakları yok.

GÜLMEK DEĞİL AĞLAMAK GEREKİR

Geçtiğimiz günlerde böyyük bir gazetenin spor sayfasında yarım sayfayı kaplayan bir fotoğraf vardı. Beşiktaş'a gelen Demba Ba'nın ilginç bir pozu. Kendisi Müslüman ya. Oruçlu. Ağır bir antreman yapan Senegal'li futbolcu bu antremanda bir hayli göz doldurmuş ve güzel goller sergilemiş. Bu ağır antremandan sonra içi yanmış. Fotoğrafta ağzını su ile ağzını çalkalayıp tükürüyor. Buraya kadar her şey normal. Eğer tersi olsaydı anormal olurdu. Ama işin en ilginç yönü, gazete bu Müslüman adamın tükürüğünü sayfasına tüm ayrıntısı ile yansıtmış olması. Uzun da bir mesafe. Çok değişik yarışmaların yapıldığı bu dünyada tükürük müsabakası da var mı acaba? Eğer varsa Demba Ba dünya birincisi olabilir. Yalnız fotoğrafın altında bir eksiklik var. Tükürük kaç km hızla gitmiş? O yoktu. Onu da yazsaydılar daha aydınlatıcı olurdu. Atılan şutlardaki yazılan hızlar gibi.

Asıl görevi doğru habercilik olan ve kamuoyunu bilgilendirmek, bilinçlendirmek olan basınımız ne hale gelmiş? Gülmek değil ağlamak gerekir.