'Fikir zaptiyeleri!': (I)

“Devlet uslamı, cumhuriyetin içinde

barışla düzeni kurmanın yolunu

bulmamızı sağlayan bir kural ya da

sanattır.”

Palazzo

Bir konuşmamızda Vedat Günyol, “fikir zaptiyeliğinden korkarım,” demişti. Şunu da eklediğini hatırlarım:

“İşte o zaman bil ki; cahiliye devri başlıyor, cehaletin kandilleri yanmaya başladı demek. Yücel-Tonguç ikilisi bunu bildiklerinden eğitime sarıldılar, ışığı oradan alacaktı Anadolu…”

1947…

Ülkemiz için bir milat. Yani Cumhuriyet’in aydınlanma inşasının son!

Zaman öyle evrildi ki, DP dönemi bu sürecin ilk adresi oldu.

At izinin it izine karıştığı bir dönemdi. Ardından Milliyetçi Cephe hükümetleri iktidar olabilme uğruna “devlet”in tüm aygıtlarını neredeyse yıpratmaya, yozlaştırmaya çaba gösteriyorlardı.

Nihayetinde “12 Eylül 1980” askeri darbesini var eden koşullar olgunlaşınca, dünyanın yeni seyrine girebilmek için ayar yapılan ülkelerin ilk sırasındaki Türkiye için biçilen gömlek “Türk-İslâm Sentezi” modeliydi.

Bunun için de başka çabalar gerekliydi.

“24 Ocak 1980” kararları bunun bir adımıydı aslında. Üstelik darbenin varlığı buradaki ekonomik yaptırımları hayata geçirmişti. Bir anlamda “bağımlı” ve “bağlantılı” bir ülke yaratma projesine dönük bir adım da diyebiliriz buna.

“Soğuk Savaş” döneminin kapanması için ABD ve Batı düğmeye çoktan basmıştı. Afganistan’ın işgali SSCB için bir tuzak/projenin başka bir parçasıydı. Tıpkı İran için biçilen elbise gibi: Humeyni’nin 01 Şubat 1979’da yaşadığı Paris’ten İran’a dönmesiyle başlayan bu yeni süreç, İran’ın artık başka bir İran olacağı, dünyaya yeni bir gen taşıyacağının da işaretiydi.

İşte bu “büyük çözülme”; Zbigniew Brzezzinski’nin deyimiyle “büyük çöküş”te satranç tahtasında yer açılan bir ülke olan Türkiye için uygun bir misyondu: “Türk-İslâm Sentezi” anlayışı.

Bugün gelinen yerdeki durum bir sonuçtur aslında.

Adeta, her açıdan, “revize” edilen bir ülkenin “devlet aklı” da giderek dumura uğratıldı. Yani Foucault’nun deyimiyle; “İnsanları yönetme sanatının ussal olabilmesi için yönetilenin, diyeceğim devletin yaradılışını gözetmesi gerekir, imdi böylesine apaçık, böylesine sıradan bir dile getiriş birbirine karşıt iki gelenekten birden kopmak anlamına geliyordu: İsacı gelenek ile Machivelli’nin kuramından.” (*)

İşte tam bu noktada asıl sorulması/sorgulanması gereken de şu: Bunca süredir siyaset arenasında fikir zaptiyeliği yapan siyasal iktidarın zihniyeti ve muhalefet partilerinin biçareliği devlet aklını / devlet uslamını zaafiyete uğratmıştır.

Tarih her zaman doğruları yazmaz desek de; ama öyle bir tarih var ki her şeyi anlatır bize, üstelik de hayatın da ustasıdır:

Zaman.

Evet, zaman ustadır her daim.

Ermiş Thomas’tan şunu aktarır bize Foucault:

“Ama insanın ereği nedir? Beden sağlığı mı? Değil der Ermiş Thomas. İnsanın ereği beden sağlığı olsaydı kral değil hekim gerekirdi bize. Varlık mı? Değil, çünkü bu durumda krala gerek kalmaz, bir vekilharç işimizi görürdü. Doğruluk mu? Değil, der Ermiş Thomas, çünkü doğruluğa erişmek için kral değil yalnızca öğretmen yeter bize. İnsana gereken. Yeryüzünde honestum’dan (dürüstlük) ayrılmayarak göksel mutluluğun yolunu açabilecek biridir. Kral insanı gerek doğul gerek tanrısal ereği olan honestum’a yöneltmelidir.”

Ussal yönetim erkini yitiren toplumlarda fikir zaptiyeliğinin her alanda egemen olması nasıl yorumlamalı sahi?

(*) “Ben”in Yapımı, Michel Foucault; Çev.: Levent Kavas, 1992, Ara Yay., 71 s.