Filme alınmış radyo tiyatrosu: 'Sen Ben Lenin'

Genel akademik yaklaşıma göre Türk sineması tarihinde 1923-1939 yılları arasının “Tiyatrocular Dönemi” olarak kabul edildiği malum. Genç Cumhuriyet’in yöneticilerinin, “Bizim bu işin altından kalkmamız pek kolay değil, o yüzden öncelik vermeyelim, fazla yatırım yapmayalım” diye düşünerek sinema işlerini bir talimatla tiyatro üstadı Muhsin Ertuğrul’a emanet ettiği biliniyor. Ertuğrul da ne yapsın, sahne dostlarıyla birlikte, sonradan “Filme alınmış tiyatro oyunları!” şeklinde küçümsenecek, hatta topa tutulacak olan bir dizi yapımla sinemamızı iyi kötü var etmeye çalışmış durmuş. (Laf açılmışken, bizde Devlet Tiyatroları’ndan Devlet Halk Dansları Topluluğu’na, Devlet Opera ve Balesi’nden Devlet Senfoni Orkestrası’na kadar bir dizi kuruma karşılık “devlet” ve “sinema”nın bir türlü yan yana gelmemesi apayrı bir yazı konusudur.)

Aradan bir asır geçti ama günümüz sinemasında “filme alınmış tiyatro oyununun” bile gerisinde kalıp “filme alınmış radyo tiyatrosu” kıvamını tutturan çalışmalara da rastlanmıyor değil. Son günlerin adından çokça söz ettiren, Altın Koza’da İzleyici Ödülü, İstanbul’da Jüri Özel Ödülü alan, senaryosu Ankara Film Festivali’nde birinciliğe değer görülen filmi “Sen Ben Lenin” bu özel türün son örneklerinden biri. Genç yönetmen Tufan Taştan, ilk uzun metraj çalışmasında, komediye de drama da çok elverişli bir öyküye ve kâğıt üstünde kalburüstü oyuncu kadrosuna rağmen sinemanın görsel bir sanat olduğunu es geçmiş, baştan sona “gözler tamamen kapalı” izlense de aynı sonuca varılacak bir filme imza atmış. “Bizim bu işin altından kalkmamız zor, o yüzden fazla dallandırıp budaklandırmayalım, tek mekânda geçen diyaloglar silsilesiyle idare edelim” diye düşünülmüş sanki.

MASA BAŞINDA BİRKAÇ TUR

“Sen Ben Lenin”in hareket noktası gerçek bir olay; yıkılan Sovyetler Birliği’nin terekesinden kopup Karadeniz’i aşarak 1993’te Akçakoca’da kıyıya vuran Lenin büstüyle ilgili haberleri anımsayanlar vardır. Film, bu olaya fantezi katarak, “O Lenin heykeli Karadeniz’de bir kasabaya dikilse ve törenle açılış yapılmadan bir gün önce gizli eller tarafından çalınsaydı neler olurdu?” sorusunun peşine düşmüş ve tümüyle kasaba sakinlerinin masa başında sorgulanma safhası üzerine inşa edilmiş. Sağcısı solcusu, zengini garibanı, kadını erkeği, öğretmeni fotoğrafçısı, genci yaşlısıyla bir düzine olağan şüpheli, Ankara’dan gelen iki polis amirinin sorgusundan geçiyor, sonuçta da ortaya “kasabanın sırrı” falan çıkmıyor. Lenin heykelinin turizme malzeme olup paraya tahvil edilmesinden rahatsızlık duyan eski tüfek komünist ve yeni nesil belediye başkanı oğlu, kasaba imamı, eşi “kaybedilmiş” bir kadın, heykeli bulduğu için hak iddia eden balıkçı, hayal-masal âlemindeki çocuk, solcu öğretmen ve fotoğrafçı vs. iki polisin karşısından gelip geçiyorlar, birkaç tur atıyorlar.

“Sen Ben Lenin”, kimi esprili diyalogları nedeniyle gülümsetici anlar barındırsa da genelinde yetersiz-yüzeysel kalan, zengin konunun hakkını ne yazık ki veremeyen, politik hiciv sınırlarında gezinmekle yetinen bir film. Elbette ki yönetmen Tufan Taştan ve senaryo ortağı Barış Bıçakçı’dan, Lenin heykeli malzemesi dolayısıyla “Ulis’in Bakışı”ndaki gibi Angelopoulos performansı beklemiyoruz ama sinema sanatının içeriğinin yalnızca iyi yazılmış diyaloglardan ve iyi oyunculardan ibaret olmadığını da biliyoruz.

SENARYO TEMELİ,

DRAMATİK YAPI

“Türkiye’nin Kalbi Ankara”yı (1934) çeken Sovyet yönetmeni Sergey Yutkeviç, 1966 tarihli filmi “Lenin Polonya’da”yla ilgili bir yazısında, “Heykel yöntemleri tiyatro ya da sinemaya aktarılamaz. Bir ‘heykel’in oynanması mümkün değildir. Ve canlı bir Lenin imajı yaratabilmek için sağlam bir senaryo temeli gereklidir çünkü ben geçmişte olduğu gibi şuna inanıyorum ki her yenilikçi anlayış öncelikle çekilecek olan filmin dramatik yapısına dayanmalıdır” (“Edebiyatta ve Sinemada Lenin”, çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., s.189) demiş.

Tufan Taştan’ın yapmaya çalıştığı başı başına bir “Lenin filmi” değil kuşkusuz ama Yutkeviç’in kıstasları gene de geçerli. Unutulmayacak sahneleri, etkileyici görsel anlatımı, Lenin imajının hakkını vermeyi (bkz. “Elveda Lenin”, Wolfgang Becker, 2003) falan geçtim, “Sen Ben Lenin”in sağlam bir senaryo temeli ve bir dramatik yapısı var mı, “evet” demek kolay değil.