Filmlerin sonu

Filmlerin, sinema salonlarının perdelerinde izlediğimiz bir sonu vardır, bir de gerçek yaşamda. Gerçi artık filmler eskisi gibi sinema salonlarında izlenmiyor ya…. Lafın gelişi…

Sözünü edeceğimiz sonlar, izlediğimiz filmlerin sonları değil, gerçek filmlerin gerçek yaşamdaki sonları…

Rahmetli Agah’ın (Özgüç) son yazısı idi. Ülkemizdeki film yangınlarından söz ediyordu. Yıllar öncesinde bu konuya ilişkin yazdığım bir yazıyı istemiş, küçük bir alıntı yaparak ülkemizdeki yangınlarda sinemamızın belleğini oluşturan filmlerin nasıl yok olduğunu dile getirmişti.

Tabii ki filmlerimizi yalnızca yangınlarda yok olup gitmiyor, çoğu zaman anlaşılmaz ve bağışlanmaz bir umursamazlık da yangınlardan daha acı soncuların ortaya çıkmasına neden oluyor.

Agah Özgüç yazısında, filmlerimize ilişkin bu umursamazlıktan iki çarpıcı örnek vererek söz etmişti. Sanırım hem onu anımsamak hem de Yeşilçam’ın yazılmamış gayrı-ı resmi tarihine ibret olsun diye not düşmek için bu örnekleri bir kez daha yineleyeceğim.

70’li yılların sonu…

Döneminin ünlü Yeşilçam bankeri Ferdinat Manukyan (Evet tahmin ettiğiniz kişinin kardeşi) Bomonti’de sahip olduğu Yıldız Film Stüdyosunun yıkımı için karar alınınca Hürriyet gazetesine bir ilan vererek, stüdyoda filmleri bulunan yerli film yapımcılarının filmlerini bir an önce buradan almalarını ister.

Zaman geçer…. Hiçbir yapımcı filmini almaya gelmez. Manukyan, uzun bekleyişten sonra tüm filmleri kapının önüne koyar….

Sonra mı?

Bir rivayete göre bir kamyona yüklenerek Sarayburnu’ndan denize atılır… Denize atılan onca filmin ne sayısı ne de adları bilinir.

Ancak bir kısmı da çöpe atılan filmlerden birinin negatifi, bir rastlantı sonucu Ses mühendisi Necip Sarıca tarafından atıldığı yerde bulunur. Paslanmış kutunun üzerinde yer alan yırtılmış kâğıtta yalnızca filmin adı okunur: Susuz Yaz…

***

Biraz daha gerilere harf devriminin yapıldığı yıllara gidelim…

Kasım 1928’de TBMM’de onaylanan on maddelik kanunun dördüncü maddesinde, Latin alfabesine geçileceğinden filmlerin üzerindeki eski yazının Türkçeleştirilmesi istenir. O döneme göre maliyeti oldukça yüksek olan bu işlem yüzünden tüm sinemacılar çaresiz kalır…

Çaresiz kalan filmcilerden biri de Lale Filmin sahibi Cemil Filmer’dir… O günlerde içine düştüğü durumu şöyle özetler:

“Çaresizdim. Tüm filmleri alıp Hürriyet Tepesine götürüp, kibriti çakıp hepsini yaktım… Sonra da zararın telafisi için beş yıl geceli gündüzlü hiç kazanmadan çalışıp durdum…”

Bu coğrafyada filmlerimizin başına gelenler bu kadarla sınırlı değildir… Saymakla bitmez…

Yine başa saralım; filmlerin bir perdedeki/ekrandaki sonu vardır, bir de yaşamın içindeki… Çoğu kişinin izlediği ilkinin sonları ya mutlu biter ya da acı… Ya ikincilerin sonu? Okuduğunuz gibi…