Futbol sürecin turnusol kâğıdı olmuştur!

Sanat, inanç ve spor, toplumları her anlamda tetikleyecek alanlardır. Aslında sosyal hareketlenmelerin farklı direksiyonlarıdır da diyebiliriz. Hani ‘‘yumuşak karın’’ diye moda bir deyim var ya tam da öyle işte. Sanat-İnanç ve spor üzerinden toplumları her şekilde olumlu ya da olumsuz dilediğiniz gibi yönlendirir; yığınları sindirir ya da ayağa kaldırabilirsiniz.

Sanatta!..

Kimi zaman Şostakoviç’in 7. Senfonisi ile tarihin en faşist yol haritalarından biri olan Barbarossa Harekâtına karşı Leningrad savunmasını ateşler, kimi zaman da Çanakkale Türküsü ile kahramanlıklarınızı ilk günkü kadar taze tutarsınız. Ya da Viktor Jara gibi açlıkla ve çaresizlikle boğuşan bir halkı müziğinizle ayağa kaldırıp özgürlüğe kanatlandırırsınız.

Ağustos 2020’de Pink Floyd’un efsane ismi Roger Waters’ın “Neoliberal ekonomik politikalar bizi öyle zayıflattı ki isyan etmek bile zorlaştı…” diyerek emperyalizmin çarkına çomak sokup milyonların farkındalığını sağlaması gibi. Ya da Filistin halkının temel haklarını savunduğu için anti-semitik olmakla suçlanan Waters’ın ‘‘ABD başkanları sadece kukladır ve Avrupa sömürgeciliğinin devamıdırlar’’ demesi gibi… Bu ve benzeri çıkışlar; sanat ve sanatçı eliyle toplumların özgüvenlerini, kimliklerini gözden geçirmelerine önayak olur.

Ya da tam tersi; sanat iklimini kullanarak bireyleri hatta toplumları şiddete, vahşete ve her türlü sapkınlığa da yönlendirebilirsiniz. Gitar ve davul sesleri arasında sahnede canlı canlı ezilen civcivlerden tutun da başı koparılan güvercinleri, kafası ısırılan yarasaları da gördük.

İnançta!..

İnanç iklimini de kullanmanız mümkündür. Çanakkale cephesinde sabah namazı ile moral tetikleyip ulusal destan yazabilir ya da emperyalizmin küresel ve lokal maşalarıyla aynı gücü tersine çevirip, Sivas’ta Maraş’ta olduğu gibi insanları yakar, bir şehri kanla yıkayabilirsiniz...

Sporda!..

Toplumsal süreçlerde, sporun kitle psikolojisini yönlendirmesiyle yığınları kolaylıkla tetikleyebilirsiniz. 1970 FIFA Dünya Kupası’nda El Salvador ve Honduras halklarının, maç sonrasında savaşa tutulması verilecek en çarpıcı örnektir.

Ya da tam tersi: 2010 yılında oynanan Türkiye-Ermenistan futbol maçı öncesinde tribünlerden beyaz güvercinlerin uçurulması ve taraftarların, güvercinlere alkışlarla eşlik etmesi gibi, süreci sporla olumlarsınız. Maç öncesi küresel ve emperyalist güçlerin kanlı ve güler yüzlü sırıtkanlıkları ile ellerini ovuşturmasının boşa çıkması ve ortamın Dostluk Maçı’na dönmesi sporun yapıcı gücüdür.
Asıl bakmamız gereken ne kazanılıp ne kaybedildiğidir. Rahmetli babaannemin ‘‘Keder yüzünden lûtuf görmek’’ sözü hep kulağımdadır.

Bozkurt!..

Son hafta bütün memleket milli futbolcumuzun sahada yaptığı bozkurt işaretine kilitlendi kaldı. Hatta sayılı tarih bilimcilerimize, konunun uzmanlarına, mitoloji ve folklor araştırmacılarına ders verecek kadar ileri giden ‘‘Google of University’’ nin akademik kadrosu bir anda cephe açıverdiler. Tabii yalnızca onlar değil karşı cephe de geç kalmadan pozisyon aldı.

Ortada uçuşan fotoğraflar, fotomontaj Atatürk görselleri, Nazım Hikmet şiirleri, kitaplar, tanıklar, sanıklar, google’ın tarih, siyaset, zooloji uzmanları, küfürler, hakaretler, alkışlar, yuhalar gırla…

Burada bakmamız gereken şey asıl tartışılanın işaret olup olmadığıdır. Tabii ki değildir. Bu işaret bir siyasi partiyi imgeliyor iddiasına katılıyor olsam da, Bozkurt imgesinin bu topluma ait olmadığı, toplumu böldüğü iddia ve algısına asla katılmıyorum.

Temel saldırı; Bozkurt’un işaret ettiği siyasi partiye değil, bu amblem ile Türklüğe ve Türk Mitologyasına yaslanan ulusal değerleredir. Bozkurt’u bırakıp, ‘‘Ne Mutlu Türküm Diyene’’ sözünü araya sıkıştırıp saldırmanın arkasındaki gerçek niyet ise ortadadır ve Bozkurt’tan çok daha derindedir.

Süreçte; ülkenin sağcısı, solcusu, inananı, inanmayanı, muhalefeti, iktidarı, zengini, fakiri, tüm farklılıklarına rağmen mitolojik bir imgeyle birbirlerine yaklaşmıştır. Bu yaklaşım aynı zamanda belli bir siyasi yapının anlayışıyla sınırlanan Bozkurt’u da tarih önünde özgürleştirmiştir. Tarihsel oyun bozulmuş, halk ‘‘Yok öyle Pir Sultan benim, Yunus senin.. Artık hepsi benim!’’ demiştir. Bu olgular kazanımdır.

Bozkurt işaretinin bu derece olumlu ya da olumsuz tepki alması tamamen sürece dayalı ve anlaşılır bir reflekstir. Kurtuluş Savaşı ile şahlanan ulusal şuur, 1940-45 arası yerle bir edilmiş ve neredeyse yarı müstemleke haline getirilmiştir. Bugün Atlantik dayatması ile sistemli bir özgüven yıkımına uğratılan toplum, bağıra bağıra kimlik ve tarihsel gerçeğini arar durumdadır. Bunun nesinden rahatsız oluyorsunuz?

Yaşananlar; Milli Demokratik Devrim sürecine inanan gerçek devrimciler ile 19.yy reçeteleriyle, raf ömrünü tamamlamış ilaçların peşinde koşanların ayrıştığı bir süreçtir. Atatürk’ün ‘‘Ne Mutlu Türküm Diyene’’ sözünü dahi ırkçı bir düzleme çekecek kadar zıvanadan çıkanların gerçek yüzünün ifşâ olmasında bir futbol maçı öncü olmuştur.

Futbol; Milli takımımızın 3-0 yenildiği Portekiz maçı sonrasında ‘‘Biji Portekiz’’ paylaşımı yapanların da Bozkurt işareti üzerinden siyasi bir yapıyı bahane edip Türk kimliğine saldıranların da turnusolu olmuştur. Ama asıl olgu, millet özlenen bir mevzide birleşmiştir ki, o mevzi devrimci ve antifaşisttir. Sonuçta kralın çıplaklığı aşikâr olsa da kral sanılandan çok daha yüzsüz ve küstah çıkmıştır!