Garip bir paradoks

Birbirinden oldukça farklıymış gibi gözüken iki olay, içinde yaşadığımız -ve bundan böyle de yaşamaya devam edeceğimiz- oldukça yoğun, önemli ve de karmaşık sorunların önüne geçerek, bir anda gündeme oturuverdi. Herkes değilse bile, her kesimden kimileri bunları konuşup, yazıp, çiziyor.. Ve sanıyorum bir süre daha yazılıp çizilecek. Çizilmese bile konuşulacak..
Birbirinden farklıymış gibi gözüken iki olayın tek ortak paydası ise kadına şiddet. Birisi önceden işlenip unutulmuş, diğeri ise günümüzde işlenmiş olup konuşulan.
Her halde Sıla olayından söz ettiğim anlaşılmıştır...Neredeyse bu olayı manşet üstü vermeyip, yazıp çizmeyen kalmadı. Kimi parti liderleri bizzat ünlü sanatçıyı arayıp üzüntülerini belirtme gereğini duydular. Konuyla ilgili bakanlık ise hemen duruma el koydu. Ya da benzeri bir çok olaydaki kayıtsızlığını bir yana iterek, yapılması gerekli olanı yaptı. .
Elbette ki şiddetin büyük ya da küçük olanı yoktur. Şiddet şiddettir. Şiddet nereden gelirse gelsin, kimi karşı yapılışa yapılsın asla kabul görmeyecek bir eylemdir. Şiddetin mazereti, affı ve bağışlanması asla olmaz...Ya da olmamalıdır...
İçinde yaşadığımız coğrafyada şiddetin hangi boyutlarda ve sıklıkta olduğunu sanırım yinelemeye hiç gerek yok. Kadına şiddette dünya ülkeleri arasında hangi ortalamaya sahip olduğumuz da pek sır değil. Hayvanlara yapılanlar da ortada ... Yani şiddetle yoğrulan bir coğrafyada yaşıyor olduğumuz bir gerçek.
Gün geçmiyor ki bir kadın öldürülmesin... Neredeyse bu trajik durum, yaşamımızın olağan durumlarından biri sayılıyor. Toplumun büyük bir çoğunluğunda -bu tür olaylara gösterilen cılız ya da sessiz kalınmasından ötürü- hep bir başkalarının başına gelecek durumlar olarak algılanıyor. Tabii bu algılanmada, bu tür olayların büyük sıklıkla yaşanır olmasının da önemli bir payı olduğunu söyleyebiliriz.
Ama Sıla olayı bizi yanılttı. Toplumda bu tür olaylara olmayacak denli görülmedik- ama her zaman arzulanan- bir tepki oluştu. Sanki bu tür olay toplumda ilk kez oluyormuş gibi. Bu güne dek bu tür olaylar karşında sessiz duranlar bile birbirleriyle yarışarak topa girdi. Ve girmeye da devam ediyorlar.
Peki; bu tepkileri yapanlar; bugüne dek, kadına yapılan ve çoğunlukla sonuçları ölümle noktalanan onca olay karşında neredeydiler? Ne oldu da, bu kez konuya aynı anda ve benzer söylemlerde sahip çıkarak saf tutma gereğini duydular.
Bence sorun burada... Bugüne dek kaç kadın; sahipsizliğin, kıstırılmışlığın ve de tek suçları tanınmamış olmanın bedelini, bir erkeğin kurşun ya da bıçağıyla ödemedi. Bir tokada karşı yükselen onca sesin, onca ölüm karşındaki kahrolası sessizliğini o zaman nasıl anlatmalı, nasıl yorumlamalıyız?
İnanın ben de bilmiyorum. Ya da biliyorum da söyleyemiyorum...
Bir kez daha yineleyelim, şiddetin büyüğü küçüğü olmaz...Olmamalıdır da... Şiddet nereden, kimden, nasıl gelirse gelsin, hepsi ama hepsi mutlaka toplumda magazinleştirilmeden, ya da onun bilinen tuzaklarına ödün vermeden, eşit bir şekilde kınanmalı olmaması için toplumca karşı çıkılmalıdır... İşte o zaman bu tür eylemleri yok edemezsek bile azaltabiliriz.
Garip bir rastlantı demiştik. Sıla’ya yapılan şiddeti yüksek sesle onca yüksek perdeden kınarken, bir zamanlar adı sesi kadar kadına yapılan şiddetle de anılan -ruhu şad olsun- Müslüm Gürses’in filmi de rekora gidiyor...
Bu da bizim coğrafyanın garip bir paradoksu...
Bırakın; tokadı yiyenle kurşun ya da bıçağı yiyeni, aynı tokadı yiyenler de bile bir ayarımız yok...
Ünlü olmak, tanımmış olmak, işte böyle bir şey...