Gazeteci Behiç Günalan ve kadim kent Edirne
Behiç Günalan benim için özel bir isim. Çünkü Erzurum Hürriyet Haber Ajansı’nda (HHA) büro şefimdi 2 yıl onunla birlikte çalıştık. O yıllarda bendeniz de Kemaliye muhabiriydim güzel haberler yaptık. Sonra yolumuz fotoğrafta kesişti. Birçok etkinlikte karşılaştık birlikte olduk, Erzurum günlerini konuştuk, Behiç Günalan’ın çalışmalarını sergilerini ödüllerini hep takip ettim. Çok sağlam fotoğraflar çekti çok insan yetiştirdi Edirne’de. O fotoğrafın Edirne’de bir sembolü, fotoğrafçıların ağabeyi... Her zaman gururla izliyorum HHA büro şefimi. Sağlıklar ve başarılar dilerim.
- İstanbul’da doğmuşsunuz. Çocukluğunuzda yaşadığınız mekanları anlatır mısınız? Okuduğunuz okulların isimlerini de söyleyerek neler okurdunuz öğrencilik yıllarınızda? Sizin için özel yazarlar ve kitaplar var mıydı?
Üsküdarlıyım. Baba tarafım, Balkanlar’a, anne tarafım Kafkasya’ya uzanıyor. Ataerkil damar Bulgaristan Eski Zagra’dan (Stara Zagora) 1852 yılında İstanbul’a göç etmiş, anaerkil damar da 93 harbi diye anılan 1876-1877 Rus harbinden sonra, Adapazarı Sapanca civarına yerleşmişler. Ataerkil yönünden nesli tükenmiş bir İstanbulluyum. Çocukluğum, Üsküdar’ın Arnavut kaldırımlı, pencereleri cumbalı ahşap konakların sıralandığı, bahçe havuzlarında kırmızı süs balıklarının yüzdüğü eski bir İstanbul mahallesinde geçti. Üsküdar’daki ilk ve ortaokuldan sonra adını anmazsam olmaz Haydarpaşa Lisesi’nde okudum. Sonrasında İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun oldum. Gençlik Kitapevi vardı. Onun vitrinini seyretmekten çok hoşlanırdım. Dizi kitaplar sergilenirdi. Bir gün rastgele, nesi cazip geldi bilmiyorum Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanını, kendi harçlığımla satın aldım. Edebiyata ilgim lisede yoğunlaştı. Edebiyat öğretmenim Sevim hanımın bunda etkisi vardı. Sonrasında ödev olarak verilmiş bir İnce Memed, okuma yolculuğunun ilk durağı oldu. Orhan Kemal’in Bekçi Murteza’sı derken, gerisi gelmeye başladı. Kompozisyonum iyiydi. Sevim öğretmenim okul duvar gazetesinde yazdırırdı. O zamanlar, Çetin Altan Akşam Gazetesi’nde Taş köşesinde yazıyordu. Rol modelimdi. Hayallerime düşen ilk gazetecilik kıvılcımını, ona borçlu olduğumu söyleyebilirim.
HÜRRİYET HABER AJANSI
- Gazetecilik mesleğini seçtiniz ve büro şeflikleri de yaptınız. Ben de Erzurum bürosuna bağlı olarak sizinle çalışmıştım. Çalıştığınız muhabirler içinde kimler vardı? Sizin için habercilik nasıl bir olgudur?
Ben, hayallerimi Çetin Altan gibi yazar olmakla süslerken, kendimi haber sofrasında buldum. Bir daha da o sofradan kalkamadım. Haber, ekmek kadar öpülüp alına götürülen kutsalımız oldu. Ergen sayılacak yaşlarda, 70’li yılların başında Türk basının amirali Hürriyet Gazetesi’nde, mesleğe bir profesyonel olarak başlamak hayatımın en büyük şansı ve ayrıcalığıydı. Genel Müdürümüz Nezih Demirkent’ti. Ona Büyük Reis derdik. Patronumuz Erol Simavi’den daha çok, ondan çekinirdik. Soluğu grubun Kelebek Gazetesi’nde aldım. O zamanlar fotoroman gazeteleri vardı. Kelebek de hem fotoroman, hem de bir kadın gazetesiydi. Şadan Yolaşan, Yalçın Bingöl, Orhan Atasoy mesleğimin ilk öğretmenleriydiler. Duygu Asena, Şirin adıyla başyazılar yazardı. Sonra Hürriyet Haber Ajansı’na geçtim. Genel Müdürüm Oktay Ekşi idi. Sonrasında Hasan Yılmaer, Nejat Seçen, Taner Atilla, Uğur Cebeci ile çalıştım. Hürriyet bir kolejdi. Bir Babıali okulu olan Hürriyet Haber Ajansı’nın DHA, olmasından sonra her şey melezleşti. Hürriyet Ajansı’ndayken, Erzurum büroda görevlendirildim. Erzincan, Kars, Ağrı, Muş ile ilçeleri ile haber ağının başına geldim. Büromda Kadir Sabuncuoğlu vardı. Benden sonra büro şefi oldu. Yusuf Şenocak rahmetli oldu. Horasan muhabirimiz Süreyya Çarbaş öğretmendi. Onu istifa ettirip, ajans kadromuza kazandırdım. Anmadan geçemeyeceğim, Erzincan’da Mustafa Salcan, Kars’ta Salih Şahin, Ağrı’da Ahmet Özbilgi, Muş’ta Mehmet Aydın muhabirlerimizdi. Çok sayıda ilçe muhabirimiz de vardı. Kemaliye muhabirimiz Lütfi Özgünaydın ki yıllar sonra benim röportajımı yapmak kısmetmiş, en iyi çalışma arkadaşlarımdı.
Kısa bir süre Bursa’da görev yaptım. Ardından yedek subaylık. Terhis sonrası Samsun görevini kabul etmediğim için kavuldum. Üç yıl aradan sonra yeniden davet aldım. Ajans gece editörüydüm. Sonra İstanbul Büro şefi, ardında da halen yaşamakta olduğum Edirne’nin kurucu büro şefi oldum. Meslek hayatımın tamamı Hürriyet camiasında başladı, orada sonlandı. İki patron gördüm. Rahmi Turan’dan Ertuğrul Özkök’e kadar, Babıali’nin ustaları genel yayın yönetmenimdi. gazetenin kaptan köşkündeydi. Bir patronun Erol Simavi’ye bir de Genel Müdürüm Nezih Demirkent’e tek böbreğim olsa bile gözüm kapalı onu bağışlardım.
Gerisi uzun hikaye…
- Gazetecilikten emekli olduktan sonra yoğun biçimde fotoğraf alanında çaba verdiniz, bu yöndeki çalışmalarınızı, sergilerinizi ödüllerinizi kitaplarınızı anlatarak fotoğrafın sizin için ne ifade ettiğine de değinir misiniz?
Tabi fotoğrafla ilk tanışmam mesleki oldu. Cevat Kelle muhabirlik modeli henüz ortaya çıkmadan önce muhabirler ve foto muhabirler vardı. Muhabir haberinin peşinde koşar, röportajını yaparken, foto muhabirleri de konunun fotoğraflarını çekerdi. Mesleki hiyerarşide foto muhabirleri ast gibiydi. Ergen denecek yaşlarda gazeteciliğe başladığım için kıdemli foto muhabirleri ile sorunlar yaşamaya başladım. Sağ olsunlar beni sever, büyüklük yaparlardı ama, söz dinlememekte, çırak muamelesi yapmakta da ısrar ederlerdi. Ben de gittim; Sirkeci’den Ashai Pentax fotoğraf makinesi aldım. İki aylığıma mal oldu. Hâlâ durur. Fotoğrafın yürüyen merdivenine de böyle adım atmış oldum. Emekli oluncaya kadar, objektifim hep habere yöneldi; emekli olduktan sonra içimden daha başka bir fotoğrafçı çıktı. Sanatsal fotoğrafa yöneldim. Okudum, öğrendim, denedim, disiplinli pratiğim beni üniversitede fotoğraf hocalığına kadar götürdü. Yurt içi ve yurt dışı pek çok yarışmalarda çok sayıda ödülüm var. Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu tarafından verilen Mükemmellik, EFİAP-b unvanına sahibim. Zihnimin raflarında yazılmamış kitaplar dizilidir. Daha uygun zamanlara erteleye erteleye bugünlere geldik. Umarım uygun zaman yakındır. Buna karşın, Bulgaristan 1989 zorunlu göçünü konu edinen bir kitabım var. Göçün Orta Yeri Hüzün adını taşıyor. Bir de üniversite yıllarında şiirimin yer aldığı Sonsuz Gurur adlı kitabım var. Düşünüyorum da, cahil cesareti denen şey, insanın hayatından hiç eksik olmasın diyesim geliyor.
FOTOĞRAF BİR HİS YARATMA SANATI
- Edirne’de yaşıyorsunuz, artık fotoğrafın bir hocasısınız öğrenciler yetiştiriyorsunuz, eğitim çalışmalarınızı biraz da Edirne’yi anlatır mısınız?
Ben bir Üsküdar çocuğuyum. Çok uzun açıklaması olabilir, kısaca Edirne’de İstanbul’un yok olup giden, mahalle kültürünü Edirne’de buldum. Bildik, gördük, aşina insanlarla günün her saatinde, hemen her mekanda karşılaşmak farklı bir kültürel alışkanlık. Edirne hâlâ Osmanlı başkenti olmanın duygusunu insana her zaman hissettiriyor. Ben Edirne için doğal bir fotoğraf platosu diyorum. Fotoğrafik eğitim çalışmalarımı son yıllarda atölye odaklı sürdürüyorum. Bu atölyelerde, fotoğrafın fotopsisini yapıyoruz. İlerde belki bu ders notlarını kitaplaştırabilirim. Bu yıl atölye temamız, Sinematografi ve Fütürizm adını taşıyor. Fotoğrafın kadim tartışmasında, ben fotoğrafın sanat olduğu tarafındayım. Sanat fotoğrafçıları onları yorumlamaya, kendi duygu, düşünce, heyecan ve hayallerini katmanın çabası içine girerler. Onu süslemeyi, onu giydirmeyi kendilerine dert edinirler. Hislenirler, haz duyarlar. Hislendirmeyi haz duyurmayı da amaçlarlar. Bu da onların, en az bir ressam, bir romancı kadar hakları da özgürlükleri de… Fotoğraf bir his yaratma sanatıdır. En az bir şiir kadar…