Gecenin ortasında ne işin var?

Tam da aklımdan geçen gibi oldu: İstanbul’dan bindiğim İndigo havayolları uçağı, bir üçgende hipotenüsün en kısa yol olmasına aldırmayarak, üçgenin diğer iki bacağında uçmaya başladı. Yani, İstanbul’dan Tahran’a, oradan Belucistan bölgesi ve Rajasthan üzerinden Delhi’ye gitmedi. Nedenini pilotlar açıklamadı ama, ben uçağa binmeden on dakika önce okuduğum bir haberden durumu çözmüştüm zaten sanırım:

İran tüm havayollarına haber göndermiş ve uçuşlarında İran hava sahasını kullanmamalarını tavsiye ediyordu, bu kısa haberde. İran’ın, İsrail’in Haniye suikastına vereceği büyük çaplı ceza vardı ya, o sebepten savaşla alakası olmayan bir sivil uçağın kazara düşürülmesi ihtimalini ortadan kaldırmak ve İsrail’i her an tetikte tutmak amacı vardı bu bilgilendirme notunda.

ÜÇGENİN HİPOTENÜSÜ YERİNE

Böylece bu uçuşumuzla, İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamların uzaktan da olsa bir tarafı haline gelmiş oluyorduk. Sonunda Karadeniz kıyılarını takip edip, Tiflis ve Bakü üzerinden geçtik. Dünyanın en büyük gölü, ya da iç denizi olan Hazar Denizini geçip, karşı yakada Türkmenistan’dan Özbekistan’a ulaştık. Ve tam Semerkand üzerindeyken, pilotumuz direksiyonu sağa kırıp Himalayaları sol tarafa aldı. Yavaşça Hindistan’ın düzlüklerindeki Delhi’ye vardık sabahın ilk ışıkları daha ortalarda görünmeden önce.

Yerden 10 bin metre yükseklerde, insan psikolojisine garip şeyler oluyor sanırım. Ya da sadece bana oluyor belki de. İnsan “ölümcüllüğünü” hatırlıyor oralarda, bulutların bile çok üstünde, gecenin karanlığında. Belki de tüm ölümlülerin gökyüzüne yükseliyor olmasına inandığımız için böyle oluyor. Hani “ruhu göklere yükseldi” deriz ya, ölen birinin arkasından. Ya da dua ederken avuç içlerimiz hep göklere dönüktür ya! Yani ruhani dünyamızın, yer altında değil de hep gökyüzünde olduğuna inandığımızdan olmalı.

Öyle ya, tarihin derinliklerinden beri, diğer insan toplulukları gibi Türkler de Tanrılarını hep sonsuz gökyüzünde aramadılar mı? Hani bir yorum vardır, Türklerin “mavi nazar boncuğu” geleneğimiz ile ilgili. Neden başka bir renk değil de mavi bizleri nazardan saklar? Çünkü mavi Göktanrının rengidir de onun için.

BAKÜ SEMALARINDAKİ BEHBUDOV

Gelelim on bin metre yukarlardaki karanlıkta, düşünce zincirimize. Bir kere Türkiye hava sahasını terkedip Azerbaycan’a girince, aklıma yanımda olan eski bir MP3 çalıcısındaki müzikler geldi. Dünyanın halk müziğini çok sevdiğimden, hemen her ülkenin, özellikle de Asya ülkelerinin halk müziklerinden kayıtlar taşırım yanımda.

Ve bu uçuşta da kulaklığımdaki onlar aracılığı ile, kendimi bu ülkelerin bahçelerinde ve sokaklarında farz ederek, 6 saatlik bir oyuna karar verdim. Hava sahasına girdiğimiz her ülkeden şarkılar dinleyip, üzerinden geçtiğimiz toprakları ve insanları hatırlamak oyunu!

Uçak koltuğunun arkasındaki kocaman ekranda, uçağın gidiş güzergahı açıkça belli olduğu için ilk parçalarımız Azerbaycan’dan olacaktı. Sovyet Azarbaycanı’nın en ünlü kadın sesi olan Zeynep Hanlarova geçti mikrofona ve o kadife sesi ile başladı çağırmaya:

“Mənnən uzaq gəzən gözəl, Yaman könlümə düşmüşən düşmüşən
Ürəyimi üzən gözəl, Yaman könlümə düşmüşən düşmüşən”

Daha Hanlarova şarkısını bitirmeden, bir başka Sovyet Azerbaycanlı sesi Rashid Behbudov başladı o çok bilindik şarkısı Laleler ile:

“Yazın evvelinde Gence çölünde, Cixiblar yene de dize laleler,
Yağışdan ıslanan yarpaqları, Seribler dereye düze laleler”

AZERBAYCAN MELODİSİ TÜRKMENCEYE ÇEVRİLİNCE

Uçağımız Türkmenistan’a girince de seneler önce dünya müzik listelerinde büyük ses getiren Türkmenistanlı Aşkabad adlı gruptan bir şarkıya geçtik. Türklerarası kültürel dayanışmanın en güzel örneklerinden biri olan, Azerbaycanlı besteci Eldar Mansurov’un “Bayatı” adlı şarkısı başladı. Türkiye’de de Sezen Aksu’nun Zalim başlığı ile, bestecisinin adı bile anılmadan kopya edilmiş olan bu şarkı bizi Türkmenistan topraklarından geçirip Özbekistan’a ulaştıracaktı.

“Yanımda qal biraz da, göz yaşı var arazda
yar yuxusunu danışıb, şekli qalıb arazda”

Daha Aşkabad’ın şarkısı biter bitmez, haritada o İpek Yolunun efsane şehri Semerkand’ın üzerine geldiğimizi farkediyoruz. Özbekleri de on bin metre havalardan Abdülhashim İsmailov’un tellerinden “Henüz” adli şarkısı ile selamlayıp yola devam ediyoruz.

YA HABİB İLE SABRİ KARDEŞLER’İ ANMAK

Haritada Pakistan’a girip İslamabad’a ulaştığımızı görünce de otuz sene önce şahsen tanıştığımız rahmetli Sabri Brothers Qawwali grubundan, Ya Habib adli Sufi şarkısını getiriyoruz kulağımıza. Bu dehşetli şarkı ile Gulam Farid ve Maqbul Sabri’ye selamlarımız iletip, bu upuzun Qawwali şarkısı eşliğinde, Himalayalar eteklerindeki uçuşumuza devam ediyoruz.

Ünlü İranlı Sufi şairi Şiraz’lı Saadi’nin sözlerine söylenmiş “Ya Sahibul Cemal” şarkısı, yaklaşık 30 dakika, bizi o İndigo uçağından alıp, Himalayaların üzerinde Saadi, Rumi, Yunus ve Kabir ile buluşturuyor gerçekten de. Bu müzik sadece birkaç nota ve birkaç ses değil. Onların çok ötesinde bir etki yaratan, kendi başına bir ulvi araç, sizi bu dünyanın görünmeyen boyutuna doğru seyahat ettiren. Ne diyor Sabri Brothers?

“O Tanrının sevgilisi, senin güzelliğin o kadar parlaktır ki,
Ay, güneş ve yıldızlar senin güzelliğinin önünde utanırlar”

ZOR ZAMANLARIN GÖKTEKİ YILDIZI: AVARE

Tam Sabri Brothers, Ya Habib nakaratı ile “sevgiliye” olan adanmışlıklarını bitirdiklerinde, uçağımız Hindistan semalarına girecekti. Elbette Hint müziği denince bizi ta çocukluğumuzdan bu yana etkileyen ve belki de hayatımıza bir müzisyen olarak devam etmemize sebep olan şarkılardan biri, Awara Hoon kulağımızda çınlamaya başlayacaktı, gelecek bir saat boyunca.

Bugüne dek belki de on binlerce kere dinlediğimiz, ama her defasında bizi alıp 1950’lerin ulus inşa sürecindeki Hindistan’a götüren bu şarkı, çocukluğumuzun bir kültür dersi olan Avare filmi ile özdeşleşmişti bizim için. Raj Kapoor ve Nargis’in o muazzam oyunculuğu ve Mukesh’in kadifeden sesi ile, daldık Avare filminin bizim mahalle açık hava sinemaları günlerine:

“Awara hoon, Ya gardish mein hoon aaşmaan ka taara hoon,
Ben bir avareyim, böyle zor zamanlarda, ben gökte bir yıldızım.”

Ve daha güneş bile doğmadan, muson yağmurlarının göz açtırmadığı bir Delhi’ye indik. Bu geçmişin derinliklerinden sesleri ile gelen güzel insanların gökyüzündeki yoldaşlıkları idi altı saatlik maceramızda. Belki de bu duyguların kesintisiz devamı için 10 bin metre havalarda kalmak gerek idi. Ama yapacak başka bir şey yoktu ki! Ve biz, sabahın bu saatindeki Delhi hengamesine dalmak zorundaydık ve mecburen daldık.