Geliyor olanın muhtemel anatomisi üzerine (2) Ya da yokuş yukarı

Sorulması gereken asıl soru tam da yokuş yukarı tırmanan bir noktada duruyor aslında.

Geliyor olan muhtemel gelecek gerçekten de nereden, nasıl ve hangi kıyafetle geliyor? Yokuş yukarıya doğru mu? Yoksa yokuş aşağıya mı? Ya da pürüzsüz problemsiz dümdüz bir yoldan mı?

Peki, üzerinde hangi kıyafeti, yüzünde hangi ruh hali var?

Öyle ya eğer yokuş yukarı tırmanarak geliyorsa elbette gelmekte aşırı zorlanacak ve yüzünde bu aşırı zorlanışın ifadesi olacak. Çünkü adı üzerinde “tırmanmak” zorunda.

Öte yandan konunun uzmanları iyi bilecektir: kılığı kıyafeti bu tırmanışa uygun mu? Tırmanmak için gerekebilecek olan alet edavat, techizat var mı ve böylesi bir tırmanışa göre mi?

Belki biraz kilolu ve üstelik de tecrübesiz ve hazırlıksız ise elbette geliyor olduğu zorlukları tıslaya tıslaya tırmanmak zorunda olacak, başka çaresi yok?

Belki kendi kapasitelerini aşırı zorlarken kan ter içinde kalacak? Dikkat etmediğinde vücudunu çarptırıp tutulacak ve hastalanıp tırmanamaz hale gelecek?

Belki dikkat etti ve olmadı ama işin zorunlu ritüeli gereği zaman zaman dinlenmek zorunda kalacak ve uygun bir yerde oturup birazcık soluklanacak?

Belki daha kolay tırmanıp yol almak için bazen sağa sola yalpalarken, bazen daha kısa bir zamanda, bazen daha az bir çaba ve güçle ve bazen de doğal olarak daha az bir enerji harcayarak daha kolay ve daha az yorucu bir güzergah arayacak kendisine?

Hatta belki de yarı yolda tırmanmaktan vazgeçip geri dönmek zorunda kalacak olanlar bile çıkacaktır yaşanacak olan zorluklar karşısında?

Böyle “yokuş yukarı” tarihsel bir zaman durumundan neden söz ediyorum derseniz zaten çoktan girmiş olduğumuzu öne sürmüş bulunduğum önümüzdeki sürecin tam da tarihsel bir “yokuş yukarı” zaman durumu olduğunu düşünüyorum doğrusu.

Evet, bazen tarih böyle böyle ilerler ve bunun da başkaca bir yolu yordamı yoktur ne yazık ki? Ya bizzat tarihsel zamanın kendisi ya da toplumsal kültürel yaşamsal bir dizi ideolojik “yokuş yukarı” halleri bütün insanlığı birden kökten sarsmaya, zorlamaya, yormaya başlar ki bunun tarihte alabildiğine çok örnekleri vardır.

Ya o örneklerde olduğu gibi ya da şu süreçte yaşadıklarımız gibi hem biyolojik öldürücü bir korona virüs gibi ya zihinsel, kültürel, ideolojik bir korona salgını gibi felaketler gerek bireysel gerek toplumsal, ulusal bütün yaşanır içeriklerimizi yok etmeye girişir.

Bizler de bu açık açık ilan büyük savaş karşısında -her şeye rağmen- ortak çözüm yolları yaratıp durumu atlatmaya çalışacağımıza kendimizden başka herkese bir de biz saldırmaya girişiriz çaresizce.

UMMAK MI YAPMAK MI?

Önümüzdeki bütün yaşamsal veriler ve olgular da gösteriyor ki aslında uzunca bir süredir - yaklaşık son 30 yıldır- tam da böyle alabildiğine “yokuş yukarı” tırmanan bir yolda yürümekteyiz hemen her alanda. Siyasette, toplumsal hayatta, çağdaş sanatta, bilimde, kültürde, yapılabilir kotarılabilir her şeyde, bir çıkış yolu kurmak yerine toplumuyla, siyasi partileriyle, muhalefetiyle, iktidarıyla, uzmanı, bilgisi, tecrübesi, anası babası oğlu kızı arkadaşı ortağı dostu vb. sürekli birbirimizi yormakla meşgulüz tarihsel olarak.

Bir önceki yazımda da dillendirmiş olduğum gibi içinde bulunduğumuz yeni bireysel, toplumsal, bilimsel, kültürel süreç bir önceki süre giden süreçten -her anlamda- çoktan kopmuş ve en önemlisi de onun tarihsel, kültürel yaşanırlık gerekçelerinden, zorunlu doğal enerji ve kodlarından tamamıyla çıkmış görünen yepyeni bir “yeni”ler dünyasına doğru evrilmiş durumdayız fakat bunun gereğini yapmak yerine yalnızca tahminler yürütmekle, ummakla meşgulüz.

Doğrusu ya yalnızca sözde bir dizi belki çok yerindeymiş görünen fakat pratik olarak yalnızca birer safsata ve kuruntudan ibaret faydasız tahminlerden başka bir şey değil söylediklerimiz.

Zaten, düşünsel kodlarımızın, öngörülerimizin bilinebilir kodlarını, zamansal eğrilerini bilinçli bir göz ve duyarlıkla dahi şöyle bir doğrudan bakabilsek görebileceğiz aslında her yanlışımızı?

Öyle ya hani “tarihin sonu”ydu? Hani “küreselleşme” çağındaydık ve bu çağ hepimizi bambaşka ve yepyeni mutluluklar vaat eden bir yola sokmuştu dünyanın bütün toplumlarını? Hani aydınlanma devrimi modernite tıkanmıştı da onun yerine “postmodernizm” gelip oturmuştu? Vb. vb.

Peki nereye gitti o sözde çok büyük ideolojik küreseleşmeci iddialar?

Ne oldular, ne hale düştüler geliyor olan asıl yeni çağın karşısında?

Hani yüzyılımızın en önemli Rus şairlernden Andrey Voznesenski'nin sıradanmış gibi duran fakat olağanüstü bir kurgu ya da yaşamsal gerçeklik üzerine kurulu ünlü şiiri OZA'da olduğu gibi her şey.

Şair bir gün yalnız başına ve kalbi aşırı kırık bir halde fazlaca müşterisi olmayan eski bir otele gider. Etrafın terk edilmiş eskimişlik halinden etkilenip odadaki her şeyi karıştırıp incelerken yatağının başucundaki komodinin çekmecesinde unutulmuş bir defter bulur.

Oza şiiri bu defterde yazılanlar üzerine kuruludur aslında. Aynen şöyle yazmaktadır orada:

“Sarışınım benim, ne ettim ben? / Acı mı verecek sana bu şiirim? / Ben hep seni yaşatmayı ummuştum. / Gem gör ki, yalnızca yıkımdı getirdiğim.”

(Devam edeceğim!)