Görmeyeydik bu macerayı
Şehzade Mustafa’nın ölümünün yarattığı efkâr dağılmak bilmiyor. Hatta gerçek hayata da taştı; rahmetlinin Bursa’daki türbesi ziyaretçi akınına uğradı.
Belki de “Kurtlar Vadisi”ndeki Çakır’ın ölümünden beri rastlanan en büyük infial. Üstelik bu sefer hayali bir kahraman değil, gerçek bir tarihi kişilik ve olaylar söz konusu. Pargalı’yı saymazsak, durum benzersiz.
Taşlıcalı Yahya Bey’in “Şehzade Mustafa Mersiyesi”nde dediği gibi: “N’olaydı görmeye idi bu macerayı gözüm. Yazuklar ana reva görmedi bu râyı gözüm.”
Üçüncü sınıftaki oğlum bile sabah okula giderken buruktu. Kendisi anneannesiyle “Muhteşem Yüzyıl” izleye izleye tarih meraklısı oldu. Şimdi elinde Osmanlı sultanlarını anlatan bir kitapla dolaşıyor. Topkapı Sarayı’nda Kaşıkçı Elması’nın fotoğrafını çekmeye çalışırken güvenlik görevlilerine yakalanıp azar işitiyor. Bir de dizilere yararsız derler!
Bursalı bir arkadaşım, Mustafa’nın türbesini keşfeden hemşerilerine sosyal medyadan seslenmiş. “Günaydın sayın Bursalılar. Benden duymuş olmayın ama o türbe asırlardır burada!”
Aynı şekilde, menfur olay yüzünden kederlenenlerle dalga geçenlerle dolu sosyal medya.
Tarihe çok meraklı olmadığımız malum. Yine de bu hüzün dalgasını anlayışla karşılamak gerek. Ne de olsa sinema ve televizyonun etkisi her yerde bu.
Çocukluğumda Ramazan vazgeçilmezi “Çağrı” filmini her izleyişimde Hazreti Hamza’nın ölümüne nasıl üzüldüğüm geliyor aklıma. İçimden “Allah’ım, bu sefer vurulmasın” diye dua ederdim, aynı filmi izlemiyormuş gibi.
Sonra İskoç kahramanı William Wallace’ı milletçe bağrımıza basmamız “Cesur Yürek” sayesinde olmadı mı? Hâlâ haftada bir kanalların birinde mutlaka oynuyor. Mel Gibson son nefesini verirken “Öaaaaaazgürlük!” diye bağırdığında içimizde bir tel kopuyor.
Sinema yitik özgürlük kahramanlarına ağıtlarla dolu: Che Guavera’dan Spartaküs’e, Gladyatör’den Deniz Gezmiş’e... Epik dramalar için biçilmiş kaftan hayatlarıyla bizi kendileri için üzülmeye, ülkülerini iki dakika düşünmeye çağırıyorlar ölürken.
Mustafa ise her bakımdan can yakıcı. Bizi tarihimizin en dramatik durumlarından biriyle yüzleştiriyor. Devletin bekâsı uğruna en yakınların katledilmesiyle. Bunu hamasi bakış açısıyla bile rasyonalize etmek zor.
Osmanlı’yı överken düşünmekten kaçındığımız, çünkü aşırı hazin bir sayfayı açıyor önümüze. Asıl işi bize günün yorgunluğunu alacak tatlı illüzyonlar sunmak, bu arada iki reklam kuşağının arasını efendice doldurup olaysızca dağılmak olan dizi sektörü, siyasetin aysbergine aniden çarpıveriyor.
Şehzadenin katlinin asıl müsebbibi siyaset ise yeni illüzyonlar içinde devam ediyor yoluna. Kabataş’taki başörtülü kadın hakkında hepimiz kendi gerçeğimizi yaratıyoruz, siyasi tercihimize göre. Bir olaydan bu kadar çok ve birbirine zıt gerçek versiyonu çıkmasına dizilerde bile zor rastanır.
“Yalancının o kuru bühtânı, bugz-ı pinhânı” diyor Taşlıcalı: “Akıtdı yaşımızı yakdı nâr-ı hicrânı.”
Oğlanın konuyu unutmasını sağlamaya çalışacağız. Sonra bir de Mustafa’nın küçük oğlunun dedesi tarafından öldürülmesini açıklayamayız garibime. Tarih öğrenmek istiyorsa başka zaman öğrensin. İllüzyon ustası büyüklerimiz Mustafa’nın türbesini bize bugüne kadar unutturduysa elbet vardır bir hikmeti.
Ama ne kadınmış şu Hürrem; öldükten 455 yıl sonra bile memleketi meşgul etmeyi sürdürüyor!