Güne yazılan sözler

Ara yerde, ara zamanda bir bakış için düşünmek yazmak... Hatta yazmak için gitmek. Bu da hem insan ruhunun arayışına, hem de benlik sanrılarına dönük bir bakış geliştirmek için gerekli sanki!

Bu pusarık zamanda, bir dalga boyu ötenizde kılavuzunu yitirmiş bir geminin seyrine bakan yığınların ortasında yapayalnızken bu gerekli sanki!

Öyleyse, gitmenin dönencesinde yaratılan yeni zamanın sözlerine dönmeli.

1./ Hatırlayan

Bellek midir durup dururken getirip önümüze koyar bir imgeyi, olayı, durumu; yoksa bir itki/ivmeyle gelen hatırlayış mıdır onu devindiren?

Bellekte saklı duranları nasıl nitelendirebiliriz? Orada bükümlenip duranları...

R.D. Laing, şöyle ayrımlıyor:

Düğümler

Kördüğümler

Kargaşalar

Açmazlar

Kopuşlar

Fırıldaklar

Bağlar.

Ama o bunları hayatın akışındaki birer örüntü olarak alıp adlandırıyor.

Oysa ben bunların da ardındakine dönük bir yolculuğa çıkıyorum günü gece erdirdiğim zamanlarda. Ki, sık sık yinelediğim “bellek labirenti” de bunların yurdu aslında.

O, mayalanana; ben ise saklı duranlara/ivmelere/devinimlere dönüyoruz yüzümüzü.

Evet, hatırlayarak başlıyorum ilkten. Dahası her birimiz yaşanıp edilenlere dönüşü o hatırlayışlarla gerçekleştirmiyor muyuz?

Orada kalmak, orada yaşamak başka bir şey; hatırlayarak bunlara dönmek bambaşka bir şeydir.

Onsuz edememe halinden kopuşa, uzaklaşamaya yöneliş bunu sizden istese de, yapamamanın hatırlayışı... Ya da orada olma/kalma ve yaşama istemi...

Bugünde yaşasan da hep orada olma...

2./ Zaman Nefestir de

İşte bu noktada seni bulup buluşturuyor Luis Bunuel ile Andrey Tarkovski. Biri bellekten söz ederken; “Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır,” (Bunuel); diğeri de; “Algı kanallarımız hiçbir şeyin farkında olmadığımız bir yere çöreklenmiş,” diyordu. Şunu da ekliyordu sonra Tarkovski: “Şikâyetler anlamsız ve değersiz. Şimdi zaman, düşünüp taşınıp yaşamaya nasıl devam edeceğimize karar vermek.”

İçinden geçilen zaman durup sizi düşündürdüğünde, orada ve arada olmak düşüncesine saplanıp kaldığınız da ne bellek ne de algı zamanlarınızdan vazgeçebiliyorsunuz. İçinde ve dışında olunan ne varsa sizin gününüzün aylasında varlığını sürdürüyor.

Şu da var ki; eğer hatırladığınız yaşanan zamanlarsa, ister istemez sizi bugüne taşıyanların izlerine uzandığınızı unutmayın.

Ingmar Bergman ise hep bu yanına sadık kalarak yaşamıştı. O, tutkulu aşkı Maria’sını yıllar sonra şöyle anacaktı bellek yolculuğunda:

“Maria bana her türlü deneyimi yaşattı. Entelektüel tembelliğime, ruhsal şapşallığıma, karışık duygusallığıma harika bir panzehir oldu v ebeni tutsak eden demir parmaklıkları açıp gözü dönmüş bir çılgını ortaya çıkararak cinsel açlığımı da doyuruyordu.”

Bir aynadır zaman, hem karşınıza çıkanlar hem de karşılaşmalarla yaşananlar bunu gösterir. “Ben” ve “öteki”nin sanrılı yolculuğu da doğanın vazgeçilmezliğinin bir kuralı aslında.

3./ Alıngan Düş

Siz ki, alıngan bir düştünüz; ezberinizdeki dizelerle karşılardınız günü. İçlenenle can sağıntılarını buluşturan da buydu sanki. Orada, hem içte hem de dış’ta olmak. Benliğin kaldıramadığıydı. Belki de ara ara şairin dizelerine hatırlaman bundandı:

“Seni öylesine düşündüm ki,

Öylesine, yaşam’dan önce.

Senden başka bir şey yok sanki..

Ama nasıl da varsın derim sana,

Düşüncelerimce.

Seni öylesine, buldum ki,

Öylesine, kendimden fazla.

Yalnız sensin, gölgesiz,

Ayrılmamacasına, yanımda..

Akların arasında karan,

Karaların arasında akınla.

Öylesine istedim ki seni,

Senden önce..

Öylesine, her şeyin içinde,

Öylesine dışında,

Gün, gece.

Seni öylesine yaşadım ki,

İnan..

Artık nereye baktığım belli değil,

Ne yaptığım belli değil,

Vardığım sonrasızlıktan.” (“Sisyphe”, Özdemir Asaf)

Düş yurdundan dil yurduna dönüşün adını “yurtsama” diye analı beri, bu bellek kanaması sürecek gibi!