Güneşin eskimiş düşleri!..

Güneşin yeryüzüne ayna tuttuğu belalı anlarda, kendinden bezmişçesine, adeta eğilerek yerlere yapışmıştı masum ağaç dalları...
Ve rengi solmuş biçare yapraklarda, yalnız kalmış kelebeklerin hüznü de vardı sanki...
Güneşin o isyan kokan kelepçesinin, zamanı terk edilmiş kalelerin burçları gibi teslim aldığı anlara hapsolmuştu yaşam!..
Boşvermişlik, yalnızlık, sessizlik, bıkkınlık ve sanki bir an önce geceyi arayan telaşlar vardı nefes alınan her anda!..
Çünkü gökyüzünde berrak, parlak ve hançeri ışığıyla rest çeken bir manzara olsa da, insanın nefesini kesen sıcaklar yaşamla ilgili ne varsa, adeta ertelenmiş hapisliklere dönüştürmüştü...
Bir kayaya oyulmuş güneş saatinin ebediyyen durmasından farksızdı, kalplerin isyan ettiği her an!..
Ne aramıyordu ki insan, güneşin pervasızlığının yarattığı cenderede, mahpusluk voltalarının bile esas duruşa döndüğü o anlarda;
Su arıyor insan işte o zamanlarda... Buz gibi serin hayaller kurulan nehirler arıyor, sahillerin bitişiğinde, beyaz kumları ıslatmayı bekleyen denizleri arıyor...
Bir asmanın altında, “kara üzüm habbesi”nden damaklara şarap gibi dökülen lezzetin sarhoşluğunu arıyor...
Eskimişliğin uzaklarında; nefese hasret zamanlarda, yalnızlığa terk edilmiş antika bir mağaranın duvarına nakşolmuş serinliği arıyor insan...
Ve de, hangi mevsimmiş boşvermişçesine, hiç de umursanmayan bir tavırla, yaz ayında kar rüyaları gören geceleri arıyor insan!..

YAŞAMI DURDURAN KATRAN!..

Velhasıl, güneşin gölgeyi arkadan hançerlediği zamanlardır bu günler!..
Yani, güneşin tüm öfkesiyle ve tüm anlarıyla hepimizi teslim aldığı bu günlerde, rüzgar kuytularda mecburen saklanmış gibi, bir hınç içinde esecek zamanı arasa da, insafsızlığa yenik düşmüştü yaşam!..
Çünkü yaşamın adeta kendinden geçtiği bu günlerde, insanı ayakta tutan hangi sevecen duruşları varsa, benliğini terk etmişçesine ve dünyadan bıkmışçasına bir köşeye atılıvermiş gibi duruyordu...
Böyle işte... Bedenler sıcağın yakıcılığında ter akıtarak zamana rest çekerken, çocukluğumun yanısıra, o ünlü Urfa türküsünün adeta naz yapan dizeleri de geldi aklıma; "Kara üzüm habbesi, gönlüm sevmez herkesi..."
Şimdilerde; eski zaman sıcaklarına uzak yaşıyor gibi olsam da, havaların insanı bir kor ateşi gibi teslim aldığı zamanlarda, güneş imparatorluğunun düşmeyen bayrağı Urfa’dan başka birşey gelmez aklıma!..
Ve de orada, çocukluğumun o saman sarısı güneşinin, yalnızca bizi değil, zamanı da yakarak kaçak sigara dumanlarına yoldaş ettiği katranımsı sıcaklar gelir zihnime...

TUZA BULANMIŞ MANZARALAR!..

Hava sıcakmış, nem oranı yükselecekmiş, mevsim en acımasız halleriyle bunaltacakmış ve de güneş insana zulüm edecekmiş!..
Bunları duyunca, çocukluğumun yaz aylarında adeta ateş gibi yanan Urfa’dan manzaralar, tuza bulanmış terler gibi zihnimin önünden akıp geçti;
Çıplak ayaklarımızın o kaçakçı mahallesinin tek düzgün yolunda, sıcak asfalta saplandığı günleri anımsadım...
Güneş, Harran Ovası'nın o kupkuru toprağı üzerinde bir sis bulutu yaratırken, uzaktan ter içinde ve de canhıraş biçimde gelen kaçakçı atlarının bize acı ekmekler taşıdığı günler...
Gölgenin yaz aylarında ebediyen izne çıktığı o topraklarda, bir yandan sıcağın insan tenine işkence yaptığı zamanlar, diğer taraftan Şark Çıbanı’nın ezeli yaraları da durur gözlerimin önünde!..
Evet; Ekmek kavgası bizleri göçmen kuşların yavruları gibi Batı’ya savurdu ya, güneşin yaşamı her zaman cenderede tuttuğu Urfa’nın, serinlik düşlerine teslim olmuş anılarını düşünmeden edemem...
Yani Ağbar Dağı’nın yamaçlarında, Süryani mağaralarının yanıbaşında, salt kaçakçılık rahat yapılabilsin diye jandarmadan-polisten uzaklarda, insan bağrında bir yara gibi duran evleriyle Kötüler Mahallesi’ne gider eski hayallerim...
Hani korkunun mayın, ekmeğin mavzer ve de terin kan olduğu o topraklar var ya, işte oralara...

YÜREĞİ SICAK İNSANLAR ZAMANI!..

İşte bugünlerde; güneş İstanbul'da, Harran'ın o yakıcı sıcaklarını andırırcasına denizden ormana, sokaklardan henüz doğa katliamına uğramamış yalnız vadilere kadar egemenliğini ilan ederken, aklım hep Urfa’ya, bizim sıcakla köşe kapmaca oynadığımız Kötüler Mahallesi’ne gider...
Ne kokular gelmez ki, saman sarısı sıcakların hakim olduğu o mazlum ve de “iyi” mahallenin briket grisi sokaklarından;
Eski yağ tenekelerine ekilmiş rengarenk güller, avluların ortasında nar ağaçları ve “bostana”ya lezzet katan “koruk”ların sarktığı gizemli asmalar...
Ve de 20. Yüzyılda, adeta 100 yıl öncesini yaşayan bir ortamda, evleri içme suyuna hasret, “kuş takaları” gölge arayan betonarme gecekondular...
Bize cehennemi sıcaklarda serin düşler yaşatan yalnızca paslı tenekelerden kokular saçan yoksul güller değildi elbet...
Sokaklarda; dört tekerlekli, bembeyaz o minik arabalarla, ağustos sıcağına isyan bayrağını çekmişçesine soğutacağı yürekler arayan “eskimocu”lar...
Yani şimdilerde, çocukların “frigo” dediği, şerbete bulaştırılmış, minik çubuklara saplı duran buz kütlelerini satan eski adamlar...
Babalarımızın kaçakçılık uğruna, yoksul bedenlerini mayınlı Suriye topraklarına vurduğu yaz aylarında, içimize 25 kuruşluk dondurmanın garip serinliği aksa da, aklımız ekmeğe pusular kurulan sınır boylarındaydı!..
Ve her biri dokuz çocuk doğurmuş analarımızın bakır tencere de, tezek ateşinde pişirmeye çalıştığı acı mı acı aşlarda kaldı aklımız...
Kerpiç evlerin ya da biriket duvarların bize gölge ettiği o mahallede, insafsız sıcaklar bizi teslim aldığında, Urfa çarşılarında koşturmaktan yine de vazgeçemezdik o zamanlar…
Kimimizin elinde kaçak sigara kağıtları, kimimizde paket paket tütünler... Ve kaçakçı çarşısının güneşe rest çeken loş sokaklarında, çocukluk rüyalarına mola vermişçesine harçlık kavgaları...
O günden bugüne güneşin zulmü de, sıcaklar da hiç değişmedi... Tüm zamanlar yürek kadar serin ama insan kadar sıcak dostlar aradı...